(Bu kitap 2010 yılında çıktı. Bu yazı da kitabın önsözü... O sıralar ve hala belediyelerin rantiyecilik uygulamalarına ve devlet bürokrasisindeki saltanata bir hayli üzüldüğüm için bu satırları yazmıştım. Sizce ne değişti? İyileşme yerine, herşeyin daha da kötüleştiği bir süreç yaşıyoruz. Umarım bu sıkıntıları atlatıp, daha rahat tartışma olanağı buluruz hepimiz. Sizi bu önsözle başbaşa bırakıyorum.)
Türk edebiyat ve düşünce dünyasının önemli ismi Alev Alatlı’nın
bir yazısında belirttiği “Parmağıma değil, işaret ettiğine bakın!” ifadesi,
algılananla gerçeğin farkını ortaya koyan önemli bir anımsatma…
Algılanan her
şey gerçek değildir. Gerçek, görünenden her zaman farklıdır ve ne yazık ki
genellikle üzeri örtülmektedir. İnsanlık tarihinde gerçeklere dikkat çekmek
yeryüzünün en erdemli çabası olmuştur. Bu çalışmada, yapılmak istenen de budur…
Özellikle yerel siyasetin kimler tarafından nasıl, hangi amaçlarla ve kimler
için “dizayn” edildiğine dikkat çekme amaçlanmaktadır. Çünkü, ne yazık ki
ideolojisi ne olursa olsun yerel ve genel siyasette önemli konumlarda bulunan
siyasetçi ve bürokratların çoğunluğu görünüşte demokrat, halkçı, sosyal
adaletçi/belediyeci, ilkeli ve her türlü erdemle donanmış bir fotoğraf
sunarken; davranışlarda, eylemde ya da daha yaygın deyimle uygulamada bu
görüntüleri tamamen sıfırlayan bir performans göstermektedirler.
Eskiden
“yolsuzluklar, kayırmalar, partizanlıklar, çetecilik vs.” oldukça yaygın bir durumdu…
Bu durumlar ortaya çıktıkça, öyle ya da böyle kamuoyunda ve ilgili kurumlarda
birtakım sınırlı ama açık tepkiler gösterilebiliyordu. Günümüzde ise ne yazık
ki, “Kardeşim adam yiyor, yediriyor, kamu vicdanına göre yanlış işler de
yapıyor, ama çalışıyor. Bak şehri nasıl kalkındırdı… Şehir O’nun sayesinde çağ
atladı” söylemleri yaygın ve genel kabul görmüş durumda…
Özellikle demokratik manipülasyonlar ve kamuflajlarla örülen bu
mikro yönetsel yapılara; biraz da “herkes kendi saltanatını kurmuş” anlamında
“diktatorya” kavramının yakışacağını düşünüyorum… Yerel siyaset hukuksal açıdan
gittikçe daha fazla demokratik bir zemine kavuşurken; uygulamalar bu “zemini”
kaydırmakta ve “minik diktatorya”lar oluşturulmaktadır. Demokratik görünümlü bu
minik diktatoryalarda, “yurttaşsız” bir demokrasi mevcuttur… Öyle ki, bu
süreçlerde merkezi yönetim, yargı, sivil toplum ve az çok duyarlılığı olan
kamuoyu oldukça çaresiz kalmakta ve özgün deyimiyle “öğrenilmiş çaresizliği”
oynamaktadırlar…
Hukuk uygulanmadığı sürece, adalet yalnızca söylemde kaldıkça,
yurttaş bir “demokratik figüran” olarak algılandıkça; rahmetli Vali Recep
Yazıcıoğlu’nun o güzel vurgusuyla
“atanmış sultanlar ve seçilmiş padişahlar”ın olduğu minik minik “diktatoryalar”
oluşmaktadır… Rahmetli Yazıcıoğlu bu durumu Hükümet “Konağı”, Adliye “Sarayı”, Emniyet
“Sarayı”, Belediye “Sarayı” gibi örneklerle anlatıyor ve “demek ki saltanat özentisi
içinde olanların sayısı oldukça fazla” sonucuna ulaşıyordu. Bütün etkili ve
yetkililer “görev yaptıkları kamu kurumlarına” saray veya konak adını veriyorsa
daha ne denebilir ki? Başkent Ankara’yı bile bir kenara bırakırsak, illerimizde
ve ilçelerimizdeki saraylar ve o saraylarda oturan sultanlar, onların
“konakları”, etraflarındaki “hizmetkârları” ve birden fazla “saltanat
arabaları” bize hangi demokrasiyi anlatıyor acaba? Birazcık internette
dolaşırsanız bazı valiler ve belediye başkanlarının “cipleri” ve “makam
araçları”nın bazı dönemlerde ülke gündeminin en önemli konuları haline
geldiğini görebilirsiniz. Bakanlıklar, bağlı kuruluşlar, “üst” kurullar, “kalkınma”nın
ajansları… Say say bitmez… Elbette bu kurum ve kuruluşlar ve onların temsilcileri
çok önemli katma değerler üretiyorlar…
Ancak, üretirken yaptıkları
savurganlıkları, “kamu malına ve bütçesine karşı” takındıkları tavırlar ne
kadar hukuka, evrensel insani standartlara ve kamu vicdanına uygundur? İşte
tartışmalı olan budur… Bunlar dayanaksız söylemler diye düşünmeyiniz lütfen…
Bir üst kurulun üyelerinin Ankara ve İstanbul’daki konutlarına (duble konut,
duble kira… ne saltanat ama?) ödenen kiralar ve diğer harcamaların “dudak
uçuklatan” (en az 3000 dolar) cinsten olduğu ile ilgili haberler internet
sayfalarında hala haber olarak okunabiliyor… Bunların denetimini vatandaş
yapabiliyor mu? Hayır!...
Bu durum demokrasi kuramları ve demokrasinin doğası bakımından
bize ne anlatıyor? Siyasal bazı “ayrımcı” ve “bölen” söylemleri de katarsanız,
her “yetki bölgesi” birer saltanata ya da herkesin “kendi cumhuriyetine”
ayrılmış olmuyor mu? Hatta, başka bazı süreçlerle neredeyse “doğa durumuna”
dönüş veya toplumsalın bölünmesi ve “atomizasyon” durumlarıyla karşı karşıya
bulunduğumuzu söyleyebiliriz… “Benim siyasetçim cici, seninki böcü”
yaklaşımının hiçbir geçerliliği yoktur. Ne yazık ki, yerel uygulamalar
(ihaleler, kentsel dönüşümler, rantiyeler ve şantiyeler) göstermektedir ki
kimsenin siyasetçisi “masum” değildir…
|
Yurttaşsız Demokrasi |
Bu kitap, bazı dergilerde yayınlanan makaleler haftalık yazılardan oluşmaktadır. İlk
bölümde yer alan makale bir ortak çalışmanın ürünüdür. Makale, gazete
yazılarından oluşan bu kitaba bilimsel bir giriş niteliği taşımaktadır.
Kitap, okuyucularını bu konularda ve özellikle
de “güncel siyasetle ilgili” düşünmeye çağırma niyeti taşımaktadır… Kitabın,
salt bilimsel bir çalışma olduğunu söyleyemeyiz. Deneme yazıları ve alıntılarla
da desteklenen; yurttaşlık bilinci, yurttaşsız demokrasinin yerel ve ulusal
düzeyde uygulamalarının trajik örnekleri, küresel ölçekteki bazı gelişmeler, düşünce
ve edebiyat yazılarının bir araya getirildiği bir “derleme” demek sanırım daha
doğru olacaktır. Kısacası, insana, yaşama, siyasete ve bilince dair kaotik bir
yolculuk… Bazen yerel siyaset uygulamalarının, bazen bir e-postanın, bazen de
bir alıntının veya makalenin yer aldığı bu kitabın tamamı değil, her hangi bir sözcüğü
dahi adresini bulursa kendimi çok mutlu hissedeceğim…Per aspera ad astra!