30 Temmuz 2012 Pazartesi

BENİM HİKAYEM: AKADEMİSYENLİK SERÜVENİME DAİR KISA NOTLAR

 (Bir mevsim yazısı… Engellere rağmen yıldızlara ulaşma düşlerinin peşinde bir ömür- Per aspera ad Astra!)

Konya, benim hayatımda çok özel bir yere sahiptir… Konya’da araştırma görevlisi olarak göreve başlama yılım 1991 olsa da, Konya’ya ilk geliş yılım 1985’tir. ÖYS sınavına Cıvıloğlu’nda Mühendislik Fakültesi’nde girmiştim. Sınavdan önce de 14 gün kadar Araboğlu Makası’ndaki Fen Dershanesi’ne gitmiştim… O da çok ilginç bir deneyim oldu, çok iyi arkadaşlar tanıdım… Demek ki, bir sınav vesilesiyle Türkiye’nin serhat kentlerinden biri olan Ardahan’dan uzun bir yolculukla geldiğim Konya’da hayatımın önemli bir kısmını geçirecekmişim…

Sonrasında Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde bir yıl okuduktan sonra sınava girdim İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü kazandım… Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçişim ise kaderin müthiş bir ikramı oldu bana… Çünkü, aynı yıl yatay geçiş başvurusu yapmıştım. Ve hiç beklemediğim bir anda kayıtların son gününde sıra dışı bir bilgilenme sonucunda ve hayatımda ilk defa uçak yolculuğu yaparak Ankara’ya geldim ve “son dakikada” Mekteb-i Mülkiye öğrencisi olmaya hak kazandım. O akşam İstanbul’a dönerken hissettiğim duyguların tarifi bugün bile çok zor… Gerçekten hayatımın çok önemli dönüm noktalarından biri oldu… “Önce Mülkiye, sonra Türkiye” diyenlerden olmadım ama her daim Mülkiyeli olmaktan gurur duydum ve hala da bu duyguyla akademisyenliğe devam ediyorum.

Mülkiye 1859’da kurulmuş ülkenin ilk kamu yönetimi ve bürokrasi “ocağı…” Sayısız yetenekli bürokrat, diplomat, siyasetçi ve akademisyen yetiştiren bu okul ve ekol, ne yazık ki kendini yenilemekte biraz geç kaldı ve yeni kurulan okullar karşısında epey geriledi… Ama Mülkiye ruhu devam ediyor ve Türkiye’ye çok önemli mezunlar kazandırıyor.

***

Selçuk Üniversitesi’nin yeri elbette çok özel… Benim için ayrı bir gurur yıllarla birlikte oluşan Selçuk Üniversitesi aidiyeti… Bir gazetede gördüğüm ilan ve bir idealin ardından aylar süren heyecanlı bekleyiş… Sonunda, fakülte yazı işlerinden öğrendiğim sınav sonucu… (O zamanlar “cep” telefonu yok tabii ki.) Münir Bey’in o müjdedeki yeri çok ayrı… Araştırma görevlisi olarak başladığım Selçuk Üniversitesi’ndeki görevim 21 yıldır devam ediyor. Bu süre zarfında üniversite çok mesafe kaydetti ve Türkiye’de etkili üniversitelerden biri haline geldi… Selçuk Üniversitesi Konya’da “üç üniversite daha üretti” dense yeridir. Çünkü, diğer üniversitelerdeki akademisyenlerin %90’ı Selçuk Üniversitesi’nde yetişen akademisyenler… 1980’li yıllardan bu yana gelişen kampüs Konya kimliğinin oluşmasında büyük bir yere sahip… Selçuk Üniversitesi Konya’da bilimin, kültürün, ekonominin, sosyal yaşamın ve elbette siyasetin lokomotifi durumunda artık…

***

Yirmi yıl içerisinde çok farklı yöneticilerle, öğretim üyeleriyle ve elemanlarıyla çalışma olanağım oldu… Emekli olanlar, vefat edenler, görevlerine devam edenler… Tanıştığım bütün “iyi” ve “kötü” rol modelden çok şey öğrendim…

Özellikle 1990’lı yıllar üniversitenin ve fakültenin “mahrumiyet” yılları idi… Bölümlerde yeterli öğretim üyesi yoktu… Örneğin, Kamu Yönetimi Bölümü’nde 1991’den 1997’ye kadar tek öğretim üyesi görev yaptı. Tek öğretim üyesi ve koskoca bir bölüm… Bölümdeki tek öğretim üyesi ile benim de dahil olduğum araştırma görevlileri… Benim bu arada iki yıllık bir Almanya’da (1996-1998) yükseklisans dönemi oldu. Sonra bir öğretim üyesi daha geldi… Diğer bölümlerden ve fakültelerden hocalarla programlar takviye ediliyordu… Derken, 2000 yılında da (2001’de rahmetli olan bir arkadaşımla birlikte) bölümün ilk yardımcı doçentleri olarak beş kişi göreve başladık… Öğretim üyesi sayısının sınırlı olması çok önemli sorunlara neden oldu elbette… Uzmanlaşma, lisansüstü programlar, lisans programları vs… Ankara’da ve yine Mülkiye’de doktora yapmak Ruşen Keleş hocamın danışmanlığında doktora sürecini tamamlamak da bana çok güzel kapılar açtı ve vizyon kazandırdı…

***

Bu süre zarfında birçok akademisyen profili tanıdım… Doğrusu akademisyenlik benim için bir rüya gibiydi ve belki de aşırı biçimde idealize etmiştim… İdealize ettiğim öğretim üyesi profiline rastlayabildim mi? Çok sanmıyorum. Kendimi öyle mi görüyorum? Asla! Yalnızca “düşleri peşinde koşmaya çabalayan bir amatör” olarak tanımlayabilirim kendimi… (Hem Türkiye, hem de Türkiye’nin taşrası koşullarında ne kadar olunabiliyorsa öyle işte… Türkiye’de her alanda bir merkez çevre ilişkisi olmuştur… Sadece çok bilinen anlamıyla bir merkeziyetçilik olsa neyse… Merkezin çevresi olan taşra da kendi içinde merkezler oluşturulmuş durumdaydı… Hem "bireysel", hem de grupsal" ya da "ideolojik..." Geldiğiniz sosyo-ekonomik köken göreceğiniz davranışların niteliğini belirliyordu.)

Ruşen Keleş Hocayı tanımak ve hep o çizgiyi aramak… Benim bahtsızlığım sanıyorum bu oldu… Ruşen Hocam, “Akademisyen siyaset ve ticaretten uzak durmalıdır” diyordu… Oysa benim tanıdıklarımın çok önemli bir kısmı fazlasıyla “ticari ve siyasi” kaygıları olan akademisyenlerdi… Aslında Türkiye’nin neden bu kadar geri kaldığının nedeni biraz da bu değil midir? Yani, herkesin işine ve işinin ilkelerine “tutkuyla bağlı” olmaması… Asıl işine odaklanmamak…

Unutulmamalıdır ki, Osmanlıdaki bütün kurumlar birbirine paralel olarak çöktü ve çürüdü… Bir kurum çürükse sistemi oluşturan diğerlerinin sağlam olduğunu kimse iddia edemez. Bunu biliyoruz… İlmiye sınıfı da “beşik ulemalığı” icat etmişti… Yani ilim adamı diye tanınanlar “hanedan” sistemini kurmuştu… Kayırmacılık, liyakatsizlik, grup tahakkümü… Bütün bu hastalıklar sistemi çökertmişti… Maalesef bunca yıllık üniversite tecrübemde gördüm ki, son yıllara kadar Türk akademisyenliği son derece hastalıklı süreçlerle ilerledi… Homo Academicus Alla Turca… Bu isimde bir kitap yazma hayalim var… Elbette o zaman birçok ayrıntıyı kamuoyunun ilgisine sunma olanağı bulabilirim… O kadar çok malzeme var ki! Homo Academicus Alla Turca… Hani Batılılar dermiş ya, “Doğulular için bu kadarı yeterli-Bon pour L’Orient!”

Türkiye geneline bakarsak, son yıllarda tablo yavaş yavaş değişiyor… Daha “rekabetçi” ve vizyon sahibi genç akademisyenlerden doğrusu çok umutluyum… Tabii ki, “genç akademisyenler” de bu mesleğin “usta-çırak” ilişkisine dayalı olduğunu, asgari düzeyde saygının mesleğin DNA’sında yer aldığını unutmazlarsa güzel günler göreceğiz… YÖK’ün standartlarının yeterince oluşmaması, genç akademisyenlerde acayip derecede bir “hız” ve “taklit” hastalığı oluşturdu… Bu da nicelik artışını getirse de, nitelik sorunlarını gittikçe tırmandırıyor… Ancak, genel gidişatın umut vaad ettiğini de belirtmeliyim…

***

Bunca zaman içinde kaç zemheri, kaç kış, kaç acı (örneğin gençyaşta kaybettiğimiz yol arkadaşlarımız oldu), kaç sevinç ve ne paha biçilmez dostluklar yaşadığımı anlatmam elbette çok zor… İnşallah hayal ettiğim kitabı yazabilirsem bunları oraya saklıyorum… Fakat en azından vicdan rahatlığı içinde geçen zaman içerisinde güç sahiplerinin yoluna kırmızı halı sermedim… Etrafımda çokca görmeme rağmen, her dönemin adamı olmak gibi bir kaygım olmadı… Tepkilerim zayıf ya da güçlü daima, “ata ruhlarımın miras bıraktığı” Büyük ve Aziz Türkiye imgesi ve düşleri etrafında biçimleniyordu… Etkileşim içinde olduğum ve “varlıkların en onurlusu olarak” gördüğüm “insanları” üzmemek için elimden geldiğince titiz davrandım, “dürüst” oldum ve gücüm yettiğince parazitolojik bir felsefeyle yaşamayı benimsememiş olan “iyi” insanlara katkıda bulunmaya gayret ettim… Sonuçta hepimiz ekonomik, siyasal ve bürokrat elitlerin yüzlerce yıllık kurbanlarıydık… Biz Anadoluyduk…

Genel olarak şunları söyleyebilirim: Akademisyen, Emekle yaşamanın ve var olmanın en önemli erdem olduğunu bilmeli… Gücü yettiğince doğruyu, erdemi, ilkeliliği savunmalı… Yeryüzünün “en kutsal mesleği”ne girmeme vesile olan, özendiren çok güzel insanlara ne kadar müteşekkir olsam azdır. Onlar çok uzaklarda bile olsa genç bir insana verdikleri umut ve cesaretle benim düşünce dünyamda durmadan yüceldi ve yükseldiler… Bu nedenle, akademisyenliği düşünen genç arkadaşlarıma şunu söyleyebilirim: Hayata yüzlerce kez gelme olanağım olsa, yine bu mesleği seçerdim… “Deniz yıldızı öyküsü”nde olduğu gibi eğer bir “deniz yıldızı”nın yaşamında bir farklılık meydana getirebiliyorsanız; onu varlığının koordinatlarına yöneltebiliyorsanız; insanlık ailesinin iyiliğine odaklanması konusunda cılız da olsa katkılarınız oluyorsa; bu “fena” ve “fani” dünyada bir “fani” için daha büyük bir mutluluk olabilir mi?

***

1991 yılında başladığım asistanlığım 2000 yılında bitti… Şu an 1991 yılındaki heyecanlarım ve idealimin olduğunu söyleyemem… Ancak, önemli bir kısmının hala var olduğunu hissediyorum ve bunun için şükrediyorum… Çünkü, selam verdiğim, bir biçimde aynı ortamda çalıştığım insanlara yalnızca “insan” olarak bakmaya çalıştım. Rant aracı olarak görmedim… Ve çünkü, emeksiz gelen kazanımların sahibine hayır getirmeyeceğine inanıyorum…

Hata denir mi bilmiyorum ama, bu serüvenim sırasında çok önemli hatalarım da oldu… Hem kişisel etkileşimlerde, hem de mesleki anlamda... İzah etmesi çok zor. Ancak, hak etmeyen birçok kişiye fazlasıyla “iyi” oldum… Oysa onlar son derece profesyonel imişler… İnsanın bir “meta” olarak görülmesi ne kadar yanlış… Mevlana demiş ya, “Çok elbise gördüm içinde insan yok, çok insan gördüm üstünde elbise yok” diye… Eskiden anormal olan birçok şey, toplumun oldukça sıradanlaşan davranış kalıpları haline gelmiş… Mesela “utanma”, “vefa”, “kadirşinaslık” duygularını bu toplum unutalı bin yıl olmuş gibi geliyor… Çok geç  anladım… Birçok kişide aldandığımı fark ettim… “Geç fark ettim taşın sert olduğunu; su ıslatır, ateş yakarmış” diye devam ediyor ya Cahit Sıtkı Otuzbeş Yaş şiirinde… İskender Pala’nın bir kitabının girişinde dediği gibi: “Çok şükür mazlum oldum, mağdur oldum ama zalim olmadım…” Bu inancın ve içselleştirmenin şimdilerde çok büyük huzurunu yaşıyorum. Şu an oldukça güzel dostluklar ve etkileşimlerle yolculuk devam ediyor… Allah bozmasın!...

“Herşey insan için” derler ya, hayatıma olumlu ve olumsuz katkı yapan herkese teşekkür borçluyum… Yeryüzü yolculuğu olumlu ve olumsuz kişiler ve olaylarla insana paha biçilmez birikimler kazandırdığına göre; olumlu ve olumsuz katkılar insanın zihinsel zenginliği için gerçekten çok değerli… Bu yüzden hayatıma olumlu katkılar yapanlara ne kadar teşekkür ediyorsam, olumsuz katkı yapanlara da bir o kadar teşekkür ediyorum…

Biraz uzun bir yazı oldu ama, yazının sonunda sözü Alev Alatlı’ya bırakmak zorundayım (Birçok arkadaşım bu alıntıya aşina olsa da):

"Zekâ, cesaret ve iyi niyetin birleştiği noktaya erişmek istiyorum. bir şeyden korkacaksam parasızlıktan değil, kendi gerçeğimi bulamamaktan korkmak istiyorum. Parça başı doğrularla avunmak yerine bütünü kucaklamak istiyorum. Ayağı yere basmayan bir malumat istifçisi olmak istemiyorum. Kişiliğimin temelini içtenlik oluştursun istiyorum. Gevezelik etmektense yapmayı, yaptığımla söylediğimin bir olmasını istiyorum. Kusuru başkasında aramaktansa kendimde aramak istiyorum. Ölümümden sonra adımın anılmayacağını bilmek hoşuma gitmiyor. Alçak gönüllü ama yapıcı olmak istiyorum. Az ve öz konuşmak istiyorum. En zorlu kazanımlarımın tanıksız kalmasına üzülmemek istiyorum. Davranışlarımın bütün ulusların gelecek kuşaklarına örnek olacakmışçasına yaşamak, ağzımdan çıkan her kelimenin dünyayı etkileyecekmişçesine özenle konuşmak istiyorum. Bana yapılmasını istemediğimi, başkalarına yapılsın istemiyorum. Ama karşılıklılık istiyorum. Kötülüğü iyilikle karşılamak istemiyorum, çünkü o zaman iyiye vereceğim şey kalmıyor. İyiliği iyilik, kötülüğü adalet karşılasın istiyorum."




Per aspera ad astra!