Konya, benim hayatımda çok özel
bir yere sahiptir… Konya’da araştırma görevlisi olarak göreve başlama yılım
1991 olsa da, Konya’ya ilk geliş yılım 1985’tir. ÖYS sınavına Cıvıloğlu’nda
Mühendislik Fakültesi’nde girmiştim. Sınavdan önce de 14 gün kadar Araboğlu
Makası’ndaki Fen Dershanesi’ne gitmiştim… O da çok ilginç bir deneyim oldu, çok
iyi arkadaşlar tanıdım… Demek ki, bir sınav vesilesiyle Türkiye’nin serhat
kentlerinden biri olan Ardahan’dan uzun bir yolculukla geldiğim Konya’da
hayatımın önemli bir kısmını geçirecekmişim…
Sonrasında Marmara Üniversitesi
Kamu Yönetimi Bölümü’nde bir yıl okuduktan sonra sınava girdim İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü kazandım…
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçişim ise kaderin müthiş
bir ikramı oldu bana… Çünkü, aynı yıl yatay geçiş başvurusu yapmıştım. Ve hiç
beklemediğim bir anda kayıtların son gününde sıra dışı bir bilgilenme sonucunda
ve hayatımda ilk defa uçak yolculuğu yaparak Ankara’ya geldim ve “son dakikada”
Mekteb-i Mülkiye öğrencisi olmaya hak kazandım. O akşam İstanbul’a dönerken
hissettiğim duyguların tarifi bugün bile çok zor… Gerçekten hayatımın çok
önemli dönüm noktalarından biri oldu… “Önce Mülkiye, sonra Türkiye” diyenlerden
olmadım ama her daim Mülkiyeli olmaktan gurur duydum ve hala da bu duyguyla
akademisyenliğe devam ediyorum.
Mülkiye 1859’da kurulmuş ülkenin
ilk kamu yönetimi ve bürokrasi “ocağı…” Sayısız yetenekli bürokrat, diplomat,
siyasetçi ve akademisyen yetiştiren bu okul ve ekol, ne yazık ki kendini
yenilemekte biraz geç kaldı ve yeni kurulan okullar karşısında epey geriledi…
Ama Mülkiye ruhu devam ediyor ve Türkiye’ye çok önemli mezunlar kazandırıyor.
***
Selçuk Üniversitesi’nin yeri
elbette çok özel… Benim için ayrı bir gurur yıllarla birlikte oluşan Selçuk
Üniversitesi aidiyeti… Bir gazetede gördüğüm ilan ve bir idealin ardından aylar
süren heyecanlı bekleyiş… Sonunda, fakülte yazı işlerinden öğrendiğim sınav
sonucu… (O zamanlar “cep” telefonu yok tabii ki.) Münir Bey’in o müjdedeki yeri
çok ayrı… Araştırma görevlisi olarak başladığım Selçuk Üniversitesi’ndeki
görevim 21 yıldır devam ediyor. Bu süre zarfında üniversite çok mesafe kaydetti
ve Türkiye’de etkili üniversitelerden biri haline geldi… Selçuk Üniversitesi
Konya’da “üç üniversite daha üretti” dense yeridir. Çünkü, diğer
üniversitelerdeki akademisyenlerin %90’ı Selçuk Üniversitesi’nde yetişen
akademisyenler… 1980’li yıllardan bu yana gelişen kampüs Konya kimliğinin
oluşmasında büyük bir yere sahip… Selçuk Üniversitesi Konya’da bilimin,
kültürün, ekonominin, sosyal yaşamın ve elbette siyasetin lokomotifi durumunda
artık…
***
Yirmi yıl içerisinde çok farklı
yöneticilerle, öğretim üyeleriyle ve elemanlarıyla çalışma olanağım oldu…
Emekli olanlar, vefat edenler, görevlerine devam edenler… Tanıştığım bütün
“iyi” ve “kötü” rol modelden çok şey öğrendim…
Özellikle 1990’lı yıllar
üniversitenin ve fakültenin “mahrumiyet” yılları idi… Bölümlerde yeterli
öğretim üyesi yoktu… Örneğin, Kamu Yönetimi Bölümü’nde 1991’den 1997’ye kadar
tek öğretim üyesi görev yaptı. Tek öğretim üyesi ve koskoca bir bölüm… Bölümdeki
tek öğretim üyesi ile benim de dahil olduğum araştırma görevlileri… Benim bu
arada iki yıllık bir Almanya’da (1996-1998) yükseklisans dönemi oldu. Sonra bir
öğretim üyesi daha geldi… Diğer bölümlerden ve fakültelerden hocalarla programlar
takviye ediliyordu… Derken, 2000 yılında da (2001’de rahmetli olan bir
arkadaşımla birlikte) bölümün ilk yardımcı doçentleri olarak beş kişi göreve
başladık… Öğretim üyesi sayısının sınırlı olması çok önemli sorunlara neden oldu
elbette… Uzmanlaşma, lisansüstü programlar, lisans programları vs… Ankara’da ve
yine Mülkiye’de doktora yapmak Ruşen Keleş hocamın danışmanlığında doktora
sürecini tamamlamak da bana çok güzel kapılar açtı ve vizyon kazandırdı…
***
Bu süre zarfında birçok
akademisyen profili tanıdım… Doğrusu akademisyenlik benim için bir rüya gibiydi
ve belki de aşırı biçimde idealize etmiştim… İdealize ettiğim öğretim üyesi
profiline rastlayabildim mi? Çok sanmıyorum. Kendimi öyle mi görüyorum? Asla!
Yalnızca “düşleri peşinde koşmaya çabalayan bir amatör” olarak tanımlayabilirim
kendimi… (Hem Türkiye, hem de Türkiye’nin taşrası koşullarında ne
kadar olunabiliyorsa öyle işte… Türkiye’de her alanda bir merkez çevre ilişkisi
olmuştur… Sadece çok bilinen anlamıyla bir merkeziyetçilik olsa neyse… Merkezin
çevresi olan taşra da kendi içinde merkezler oluşturulmuş durumdaydı… Hem "bireysel", hem de grupsal" ya da "ideolojik..." Geldiğiniz
sosyo-ekonomik köken göreceğiniz davranışların niteliğini belirliyordu.)
Ruşen Keleş Hocayı tanımak ve hep
o çizgiyi aramak… Benim bahtsızlığım sanıyorum bu oldu… Ruşen Hocam,
“Akademisyen siyaset ve ticaretten uzak durmalıdır” diyordu… Oysa benim tanıdıklarımın
çok önemli bir kısmı fazlasıyla “ticari ve siyasi” kaygıları olan akademisyenlerdi… Aslında
Türkiye’nin neden bu kadar geri kaldığının nedeni biraz da bu değil midir? Yani,
herkesin işine ve işinin ilkelerine “tutkuyla bağlı” olmaması… Asıl işine
odaklanmamak…
Unutulmamalıdır ki, Osmanlıdaki
bütün kurumlar birbirine paralel olarak çöktü ve çürüdü… Bir kurum çürükse
sistemi oluşturan diğerlerinin sağlam olduğunu kimse iddia edemez. Bunu
biliyoruz… İlmiye sınıfı da “beşik ulemalığı” icat etmişti… Yani ilim
adamı diye tanınanlar “hanedan” sistemini kurmuştu… Kayırmacılık,
liyakatsizlik, grup tahakkümü… Bütün bu hastalıklar sistemi çökertmişti…
Maalesef bunca yıllık üniversite tecrübemde gördüm ki, son yıllara kadar Türk
akademisyenliği son derece hastalıklı süreçlerle ilerledi… Homo Academicus Alla
Turca… Bu isimde bir kitap yazma hayalim var… Elbette o zaman birçok ayrıntıyı
kamuoyunun ilgisine sunma olanağı bulabilirim… O kadar çok malzeme var ki! Homo
Academicus Alla Turca… Hani Batılılar dermiş ya, “Doğulular için bu kadarı
yeterli-Bon pour L’Orient!”
Türkiye geneline bakarsak, son
yıllarda tablo yavaş yavaş değişiyor… Daha “rekabetçi” ve vizyon sahibi genç
akademisyenlerden doğrusu çok umutluyum… Tabii ki, “genç akademisyenler” de bu
mesleğin “usta-çırak” ilişkisine dayalı olduğunu, asgari düzeyde saygının
mesleğin DNA’sında yer aldığını unutmazlarsa güzel günler göreceğiz… YÖK’ün
standartlarının yeterince oluşmaması, genç akademisyenlerde acayip derecede bir
“hız” ve “taklit” hastalığı oluşturdu… Bu da nicelik artışını getirse de,
nitelik sorunlarını gittikçe tırmandırıyor… Ancak, genel gidişatın umut vaad
ettiğini de belirtmeliyim…
***
Bunca zaman içinde kaç zemheri,
kaç kış, kaç acı (örneğin gençyaşta kaybettiğimiz yol arkadaşlarımız oldu), kaç sevinç ve ne paha biçilmez dostluklar
yaşadığımı anlatmam elbette çok zor… İnşallah hayal ettiğim kitabı yazabilirsem
bunları oraya saklıyorum… Fakat en azından vicdan
rahatlığı içinde geçen zaman içerisinde güç sahiplerinin yoluna kırmızı
halı sermedim… Etrafımda çokca görmeme rağmen, her dönemin adamı olmak gibi bir
kaygım olmadı… Tepkilerim zayıf ya da güçlü daima, “ata ruhlarımın miras
bıraktığı” Büyük ve Aziz Türkiye imgesi ve düşleri etrafında biçimleniyordu… Etkileşim
içinde olduğum ve “varlıkların en onurlusu olarak” gördüğüm “insanları” üzmemek
için elimden geldiğince titiz davrandım, “dürüst” oldum ve gücüm yettiğince
parazitolojik bir felsefeyle yaşamayı benimsememiş olan “iyi” insanlara katkıda
bulunmaya gayret ettim… Sonuçta hepimiz ekonomik, siyasal ve bürokrat elitlerin
yüzlerce yıllık kurbanlarıydık… Biz Anadoluyduk…
Genel olarak şunları
söyleyebilirim: Akademisyen, Emekle yaşamanın ve var olmanın en önemli erdem
olduğunu bilmeli… Gücü yettiğince doğruyu, erdemi, ilkeliliği savunmalı… Yeryüzünün
“en kutsal mesleği”ne girmeme vesile olan, özendiren çok güzel insanlara ne
kadar müteşekkir olsam azdır. Onlar çok uzaklarda bile olsa genç bir insana
verdikleri umut ve cesaretle benim düşünce dünyamda durmadan yüceldi ve
yükseldiler… Bu nedenle, akademisyenliği düşünen genç arkadaşlarıma şunu
söyleyebilirim: Hayata yüzlerce kez gelme olanağım olsa, yine bu mesleği
seçerdim… “Deniz yıldızı öyküsü”nde olduğu gibi eğer bir “deniz yıldızı”nın
yaşamında bir farklılık meydana getirebiliyorsanız; onu varlığının koordinatlarına
yöneltebiliyorsanız; insanlık ailesinin iyiliğine odaklanması konusunda cılız
da olsa katkılarınız oluyorsa; bu “fena” ve “fani” dünyada bir “fani” için daha
büyük bir mutluluk olabilir mi?
***
1991 yılında başladığım
asistanlığım 2000 yılında bitti… Şu an 1991 yılındaki heyecanlarım ve idealimin
olduğunu söyleyemem… Ancak, önemli bir kısmının hala var olduğunu hissediyorum
ve bunun için şükrediyorum… Çünkü, selam verdiğim, bir biçimde aynı ortamda
çalıştığım insanlara yalnızca “insan” olarak bakmaya çalıştım. Rant aracı
olarak görmedim… Ve çünkü, emeksiz gelen kazanımların sahibine hayır
getirmeyeceğine inanıyorum…
Hata denir mi bilmiyorum ama, bu
serüvenim sırasında çok önemli hatalarım da oldu… Hem kişisel etkileşimlerde, hem de mesleki anlamda... İzah etmesi çok zor. Ancak, hak etmeyen birçok kişiye
fazlasıyla “iyi” oldum… Oysa onlar son derece profesyonel imişler… İnsanın bir
“meta” olarak görülmesi ne kadar yanlış… Mevlana demiş ya, “Çok elbise gördüm
içinde insan yok, çok insan gördüm üstünde elbise yok” diye… Eskiden anormal
olan birçok şey, toplumun oldukça sıradanlaşan davranış kalıpları haline gelmiş…
Mesela “utanma”, “vefa”, “kadirşinaslık” duygularını bu toplum unutalı bin yıl
olmuş gibi geliyor… Çok geç anladım… Birçok
kişide aldandığımı fark ettim… “Geç fark ettim taşın sert olduğunu; su ıslatır,
ateş yakarmış” diye devam ediyor ya Cahit Sıtkı Otuzbeş Yaş şiirinde… İskender
Pala’nın bir kitabının girişinde dediği gibi: “Çok şükür mazlum oldum, mağdur oldum ama zalim olmadım…” Bu
inancın ve içselleştirmenin şimdilerde çok büyük huzurunu yaşıyorum. Şu an
oldukça güzel dostluklar ve etkileşimlerle yolculuk devam ediyor… Allah
bozmasın!...
“Herşey insan için” derler ya,
hayatıma olumlu ve olumsuz katkı yapan herkese teşekkür borçluyum… Yeryüzü
yolculuğu olumlu ve olumsuz kişiler ve olaylarla insana paha biçilmez
birikimler kazandırdığına göre; olumlu ve olumsuz katkılar insanın zihinsel
zenginliği için gerçekten çok değerli… Bu yüzden hayatıma olumlu katkılar
yapanlara ne kadar teşekkür ediyorsam, olumsuz katkı yapanlara da bir o kadar
teşekkür ediyorum…
Biraz uzun bir yazı oldu ama,
yazının sonunda sözü Alev Alatlı’ya bırakmak zorundayım (Birçok arkadaşım bu
alıntıya aşina olsa da):
"Zekâ, cesaret ve iyi niyetin
birleştiği noktaya erişmek istiyorum. bir şeyden korkacaksam parasızlıktan
değil, kendi gerçeğimi bulamamaktan korkmak istiyorum. Parça başı doğrularla
avunmak yerine bütünü kucaklamak istiyorum. Ayağı yere basmayan bir malumat
istifçisi olmak istemiyorum. Kişiliğimin temelini içtenlik oluştursun
istiyorum. Gevezelik etmektense yapmayı, yaptığımla söylediğimin bir olmasını
istiyorum. Kusuru başkasında aramaktansa kendimde aramak istiyorum. Ölümümden
sonra adımın anılmayacağını bilmek hoşuma gitmiyor. Alçak gönüllü ama
yapıcı olmak istiyorum. Az ve öz konuşmak istiyorum. En zorlu kazanımlarımın
tanıksız kalmasına üzülmemek istiyorum. Davranışlarımın bütün ulusların gelecek
kuşaklarına örnek olacakmışçasına yaşamak, ağzımdan çıkan her kelimenin dünyayı
etkileyecekmişçesine özenle konuşmak istiyorum. Bana yapılmasını istemediğimi,
başkalarına yapılsın istemiyorum. Ama karşılıklılık istiyorum. Kötülüğü iyilikle karşılamak istemiyorum, çünkü o zaman iyiye vereceğim şey
kalmıyor. İyiliği iyilik, kötülüğü adalet karşılasın istiyorum."
Per aspera ad astra!