ALEV ALATLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALEV ALATLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mayıs 2020 Cumartesi

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI VE ÖLÜMÜ

Korona virüsü nedeniyle, her gün yüz binlerce insanın ölümünü, milyonlarca insanın korkularını izliyoruz. Farklı ülkelerdeki ölümler artık istatistik yarışına döndü. Her şey insan içindir ve insan her şeyi içselleştirebiliyor. Peki ölüm, anlamlar dünyasında nasıl bir yere sahip? Varlığı sonlandıran, yaşamı geçici bir durum olmaktan çıkaran ölüm üzerine ne kadar düşünüyoruz? Bir düşünme denemesi yapmak istedim, buyrun:

Doğduğun an, her an ölebileceğin bir yolculuğun başlangıcıdır. O anda da, yüzyıl sonra da ölebilirsin. Var olmak muazzam bir armağan insan için. Ölmek o armağanın geri alınması mı? Varlığın başka bir boyutta devam etmesi mi? Anlamlar dünyanıza göre değişiyor yanıtlar.

Felsefi bir tartışmaya girmeyeceğim. Yanımızdan yöremizden her gün yakınlarımız, dostlarımız ve tanımadığımız insanlar eksiliyor. Böyle bir yazı yazma düşüncesi, bir arkadaşımın bir yakınının vefatı üzerine, “90 yaşındaydı, biz o kadar yaşasak daha ne isteriz” cümlesinden ortaya çıktı. O anda şunu düşündüm: 50 yaşında ölmekle 90 yaşında ölmek arasında ne fark var ki? Sonuçta öleceksin. Yalnızca ne kadar yaşayacağını bilmiyorsun. Nice tarihi kişilikler var ki, yalnızca 35 yıl veya 30 yıl yaşamışlar. Ama hâlâ insanların düşünce dünyasında yaşıyorlar. Hâlâ insanlığa ışık tutuyorlar veya “ibret” oluyorlar. Hz. İsa 33 yaşında çarmıha gerilmiş; Büyük İskender 33 yaşında ölmüş mesela… Ama hâlâ yaşamıyorlar mı? O halde “kaç yıl” yaşadığın mı önemli, “nasıl” yaşadığın mı önemli? Sanırım, “nasıl yaşadığın” daha önemli.

Kimse ölmek istemez elbette, ölüm istenmez. Ancak, kaçınılmaz bir son olduğu da genellikle unutulur. Unutulduğu için de, insanlar bırakın birtakım değer yargılarını, insanlığı bile unutur! Sanırım sorun burada…

En ağır hastalığa müptela olan, yaşı yüzü geçmiş insanlar bile hep bir gün daha yaşamak ister. Ölüm korkusu insanın genlerine işlemiştir. Öleceğini bile bile, niçin korkar ki insanlar ölümden. Filozof Montaigne, “benim görevim insanlara ölümden korkmamayı” öğretmektir der, başka birçok filozofun da söylediği gibi. Sokrates, Atina demokrasisinin hukuk katliamı sonucunda idama mahkûm edilince dostları feryat figan ederken, güle oynaya ölüme gidiyordu ve “Size hayret ediyorum. Ben ölüyorum diye niçin üzülüyorsunuz? Ben Tanrıyla buluşacağım ve dostum Homeros’la sohbet edeceğim. Ölümden korkacak ne var” diyordu.

Yine Antik filozoflardan birisi, “Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum. Neden korkayım ki ölümden” diyerek, ölüm korkusunu hiçleştirmiş sanki. Mevlana’nın Şeb-i Arus yolculuğu, ölümü bir düğüne dönüştürmedi mi? Demek ki, “ölümü içselleştirmek ve anlamak” yaşamı güçlendiriyor ve aslında eğer ölümün “anlamını” kavramışsanız, yaşamda daha güçlü yolculuklar yapabiliyor ve izler bırakabiliyorsunuz.

Apple’ın kurucusu Steve Jobs’ın oldukça ünlü Stanford Üniversitesi mezuniyet konuşmasında dediği gibi, “Hiç kimse ölmek istemez, Cennete gitmek isteyenler bile. Oysa hiç kimse bugüne kadar ölümden kaçamamıştır. Ölüm aslında hayatın en güzel yanlarından biridir. Ölüm olmasaydı, yeni gelenlere yer açılmazdı ve dünya yaşanmaz hale gelirdi. Şu anda siz ‘yenisiniz’, ama bir süre sonra siz de ‘eskiyeceksiniz’ ve sonra sizden sonra gelen yenilere yer açılacak. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu!” Steve Jobs gibi muhteşem bir beyin, 56 yaşında göçüp gitti dünyadan. Hemen herkesin sevdiği Barış Manço 56 yaşında, Kemal Sunal 55 yaşında öldü. Ama hayır, onlar ölmediler ve yaşıyorlar. Çünkü, yaşadıkları zaman dilimini çok güzel “anlamlandırdılar” ve insanların zihninde ve duygu dünyasında yer edindiler.

“Beden-ruh” tartışmalarına veya çözümlemelerine girmeyeceğim. Ama yaşamanın bir “anlamı” olmalı. Nazım’ın dediği gibi yaşamak, “bir orman gibi kardeşçesine ve bir ağaç gibi tek ve hür” olmalı. Alev Alatlı’nın deyimiyle “yaşamın koordinatlarının” farkına bile varmadan ölüp gitmek, bir robotun artık varlığını sürdüremeyecek kadar yıpranıp çöpe atılmasından farksızdır. İnsan, var olmanın eşsiz güzelliğine teşekkür etmek için “insanca” yaşamayı öğrenmeli evvela. Milyarlarca hemcinsimiz gibi var olduk, bir anlam yüklendi bize; kimliğimiz oldu, yaşadık, yaşıyoruz… Ve gideceğiz…

İsmimizin yazılacağı sayfa hangisi olacak? Yaşamın ne olduğunu bilmeden, gözü biriktirme hırsından başka bir şey görmeden insanların kuyusunu kazan rezil bir kimlik olmak için yaşamak ne acı! Böyle bir tür, öldükten sonra kaç sene yaşar ki? Sanırım bir süre rezillikleriyle anılır ve sonra unutulur. Kötülükleri büyükse, sanırım daha uzun süre anılır, sonra unutulur…

Ama peygamberler, bilgeler, filozoflar, şairler, yazarlar unutulmaz… Yazarlar demişken, bir Jack London 40 yıl yaşamış, ama ardında ne kitaplar bırakmış. Balzac, 51 yaşında göçmüş bu dünyadan, ama yaşıyor. Namık Kemal 48 yaşında ve bazı padişahlar (Genç Osman) 18 yaşında bu dünyadan ayrılmışlar. Ama onlar insanlığın onur sayfasında yaşıyorlar. Demek ki, ten yani beden ölse bile, insanların yaptıkları yüzyıllarca insanları, insanlığın onur sayfasında yaşatabiliyor. İnsana, hayvana ve kısacası bütün varlıklara saygı gösterebilenler; adaletle, vicdanla ve tevazuyla yaşamını sürdürenler insanlığın onur sayfasında yaşıyor ve yaşayacak. Çünkü, onlar “var olmanın, isim almanın, insan olarak tanımlanmanın” teşekkürünü yerine getirmek için, “insanlara yararlı olma” düşüncesiyle yaşadılar.

İnsanlığın rezillik sayfasını ise tanımlamaya gerek yok zaten... Kısaca, “maddeyi ve menfaati tanrı edinenler,  koltuğu Cennet bilenler, insanlara kötülüğü yol edinenler…”

Auschwitz'den sağ kurtulan Viktor Frankl'ın kitabında da anlattığı gibi, "İnsanın Anlam Arayışı" olmalı. İnsan, anlamını bulmadıktan sonra yaşamış yaşamamış, hiç fark etmiyor! Anlamlar dünyamızda neler var, onlara bakmalıyız...

Sezai Karakoç, “Şükür ki, insandan insana fark var” diyor. Evet, çok şükür…

Önemli olan, kaç sene yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız…

Bu kısa ve aldatıcı yaşam yolculuğunda mahcup olmamak dileğiyle…





5 Aralık 2013 Perşembe

DOĞRUCU DAVUT VE KOORDİNATLARIMIZ

Bazı ruh mimarları, düşünce insanları, toplumu okuyabilenler ve insanın gönlüne nüfuz edebilen yazarlar,
ister Türkiye'de isterse bütün dünyada insan kalitesinin giderek düştüğünden bahsediyorlar…
Mevlana asırlar öncesinden dememiş mi “İnsanlar gördüm üzerinde elbisesi yok, elbiseler gördüm içinde insan yok…” diye…
Benim ruh mimarları dediğim kimselere Alev Alatlı “Ata Ruhlarım” diyor… Çok güzel bir ifade… Ne demektir ruh mimarı? Ne demektir Ata Ruhlar? Elbette, insanın kimlik ve kişiliğini biçimlendiren insanlar… Bunlar arasında peygamberler, mutasavvıflar, , filozoflar, düşünürler, yazarlar vardır…
Örneğin, hem öğrencilerime hem kendime sürekli söylediğim bir şey var ki, yaşamımın sonuna kadar onu savunacağım:
 “Doğru ve iyi nereden ve kimden gelirse gelsin, doğrudur ve iyidir… Doğruya ve iyiye adres sormayınız…”
Mesela, etkilendiğim insan Antik Yunan'dan bir düşünür olabileceği gibi uzak Asya'dan bir düşünür ve lider de olabilir…
Hegel, Marx ve Weber'in beni etkileyen düşünceleri olduğu gibi, kendi kültürümde Orta Asya'da Ahmet Yesevi'den Balkanlarda yatan kolonizatör Türk Dervişlerine kadar hayranlığımı gizleyemeyeceğim binlerce isim aklıma gelir… Yunus, Mevlana ve Hacıbektaş ise, herkesin malumu gönül mimarları…
Mesela, Türk tarihinin tamamına “erdemlerinden ötürü elbette” hayranlığımı gizlemem… Tarihime, inancıma ve kültürüme her durumda saygılı oldum ve bundan müthiş bir huzur duydum…
Demem o ki, benim kıblem hep belli, istikametim sarsılmazdır… Çünkü, “ölümlü” olduğumu bilirim… İnsanın bırakabileceği en güzel eserin, güzel bir isim ve iz olduğunu bilirim… “Baki kalan şu kubbede bir hoş sada imiş…” kabilinden… Mesleğe başladığımdan beri bu çizgim devam etmektedir ki, bunu öğrencilerime de iletmeye çalışırım...
Mesela Turgut Özal'ın yenilikçiliğine saygım, Menderes'in dramına karşı isyanım hep var olmuştur… Sağda bu isimlere muhabbetim varsa, solda da Bülent Ecevit gibi isimlere muhabbetim olmuştur, saklamam… Neden? çünkü, Ecevit'in bir gram yolsuzluğu, kayırmacılığı ve eyyamcılığı olmamıştır da ondan… Hatta Ecevit arkasında en ufak bir "yolsuzluk" dedikodusu bırakmadan bu dünyadan göçmüş tek başbakandır... Doktora danışmanım ve hocam olan Prof. Dr. Ruşen Keleş'e olan saygımı ifade etmem bile gereksiz…
Muhsin Yazıcıoğlu vefat etmeden önce ne demişti? “İki dakika sonrasını bilmediğimiz bir hayat için fırıldak olmaya gerek yok”. Şimdi bu söze ve sözü söyleyene saygı duymaz mısınız?
Hangi cepheden olursa olsun, “güzel insanları” hep alkışladım, hep de alkışlayacağım… Gündelik siyaset benim yönümü değiştiremez… Çünkü, Yahya Kemal'in dediği gibi “Kökü mazide olan atiyim…” Sözün ustaları en güzelini söylemiş zaten…
Anlaşılacağı üzere evrensel doğrular, doğrularımdır… Taraf olduğum, erdemli insanların taraf olduklarıdır… En azından, buna "talibim…"
***
En nefret ettiğim insan tipi, insanları sürekli horlayan, aşağılayan ve değersizleştirmeye çalışan tiplerdir…
Mesela, ruh mimarlarımdan birinin de Mehmet Akif Ersoy olduğunu söylemem lazım… Ne diyordu Akif, “Kesilir belki başım, fakat çekmeye gelmez boynum…” Yani, kendime “koyun” muamelesi yaptırmam, ölümü yeğlerim… Bu bir ruh asaletidir… İnsan onurunun yüceliğini gösterir…
“Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı; Söz ola ağulu aşı/Yağ ile bal ede bir söz” demiş Ozan Yunus…
Söz, kelam, hitap, iletişim adına ne derseniz deyin, ağızdan çıkınca insanı iyileştirmeli, yaralarını kapatmalı ve yüceltmeli…
Söz kutsaldır…
İnsanı yaralayan ve alçaltan sözün kutsallığından bahsedilemez… Bütün zulüm sahipleri ve onların şakşakçıları hep nefretle anılmıştır, insanlık tarihi boyunca… Anılmaya da devam edecektir.
İnsan her an huzur içinde yaşayabilmeli… İskender Pala'nın dediği gibi diyebilmeli: “Çok şükür mağdur oldum, mazlum oldum… Ama zalim olmadım…”
Bunu diyorum, çünkü hayatım boyunca hak-hukuk mücadelesi vermeye gayret ettim… Kendileri için hak-hukuk mücadelesi verdiklerimin ruhları bile duymadan bu hep böyle oldu… Kendimce ve gücümün yettiğince… Haklarını savunduğum bazı biçareler, sonradan karşıma geçti... Ona da, derin bir "eyvallah" çektim...
***
Doğrucu Davut hikâyesine gelince… Farklı rivayetler var elbette… Ancak, en meşhur olanı ve hoşuma gideni şudur: Padişahın birinin Doğrucu Davut adında bir veziri var imiş… Padişah birgün savaş hazırlıkları yaparken sormuş “Davut ne dersin, bu savaşı kazanabilir miyiz?” Doğrucu Davut bakmış bu işin sonu iyi görünmüyor… “Padişahım gelin bu savaştan vazgeçin, şu şu sebeplerden dolayı kaybederiz…” Padişah bu ya, “Bizim gücümüzü mü küçümsersin? Bre Davut sen nasıl benim irademe karşı gelirsin… Atın derhal zindana” demiş… Padişah savaşa gitmiş ve kaybetmiş, ama Davut hala zindanda… Aradan altı ay geçmiş, yine bir savaş durumu olmuş…  “Çağırın şu Davut'u soralım bakalım bu defa ne diyecek” demiş… Davut huzura gelince, padişah “Söyle bakalım Davut yine bir savaş durumu var, bu defa ne diyeceksin?” Davut savaşla ilgili şartları şöyle bir gözden geçirmiş ve “Padişahım siz en iyisi beni zindana geri gönderin” demiş… Hikayenin sonu malum, Davut yine doğruyu söyleyecek ve yine zindana gönderilecek zaten…
Doğrucu Davut?un gerçek hikâyesi bu… Doğrularla yaşayan Davutlar için zindanlar daimi adres oluyor...
Çünkü, Doğrucu Davutlar esen rüzgara göre yön değiştirmezler…
Olsa olsa Firavun Sarayı'nda Musa rolündedirler…
“Bu da geçer ya hu!” der ve yollarına devam ederler… Çünkü, onların yolcuğu dünyanın kirine pasına değil, sonsuzluğun emsalsiz güzelliklerinedir…
“Merd-i Kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler” demiş atalarımız… Böylelerine sözümüz yok zaten.
İyiliği, insanlığı, merhameti, şefkati, adaleti, sevgiyi, barışı yüceltmek üzere, devam etsin yolunuz ve yolumuz aziz okuyucularım… Sürç-i lisan oldu ise, affola…
(Bu yazı 26 Mayıs 2011 tarihinde yayınlanmıştır. http://www.yenimeram.com.tr/dogrucu-davut-hikayesi-ve-kimlik-im-987yy.htm)

30 Temmuz 2012 Pazartesi

BENİM HİKAYEM: AKADEMİSYENLİK SERÜVENİME DAİR KISA NOTLAR

 (Bir mevsim yazısı… Engellere rağmen yıldızlara ulaşma düşlerinin peşinde bir ömür- Per aspera ad Astra!)

Konya, benim hayatımda çok özel bir yere sahiptir… Konya’da araştırma görevlisi olarak göreve başlama yılım 1991 olsa da, Konya’ya ilk geliş yılım 1985’tir. ÖYS sınavına Cıvıloğlu’nda Mühendislik Fakültesi’nde girmiştim. Sınavdan önce de 14 gün kadar Araboğlu Makası’ndaki Fen Dershanesi’ne gitmiştim… O da çok ilginç bir deneyim oldu, çok iyi arkadaşlar tanıdım… Demek ki, bir sınav vesilesiyle Türkiye’nin serhat kentlerinden biri olan Ardahan’dan uzun bir yolculukla geldiğim Konya’da hayatımın önemli bir kısmını geçirecekmişim…

Sonrasında Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde bir yıl okuduktan sonra sınava girdim İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü kazandım… Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçişim ise kaderin müthiş bir ikramı oldu bana… Çünkü, aynı yıl yatay geçiş başvurusu yapmıştım. Ve hiç beklemediğim bir anda kayıtların son gününde sıra dışı bir bilgilenme sonucunda ve hayatımda ilk defa uçak yolculuğu yaparak Ankara’ya geldim ve “son dakikada” Mekteb-i Mülkiye öğrencisi olmaya hak kazandım. O akşam İstanbul’a dönerken hissettiğim duyguların tarifi bugün bile çok zor… Gerçekten hayatımın çok önemli dönüm noktalarından biri oldu… “Önce Mülkiye, sonra Türkiye” diyenlerden olmadım ama her daim Mülkiyeli olmaktan gurur duydum ve hala da bu duyguyla akademisyenliğe devam ediyorum.

Mülkiye 1859’da kurulmuş ülkenin ilk kamu yönetimi ve bürokrasi “ocağı…” Sayısız yetenekli bürokrat, diplomat, siyasetçi ve akademisyen yetiştiren bu okul ve ekol, ne yazık ki kendini yenilemekte biraz geç kaldı ve yeni kurulan okullar karşısında epey geriledi… Ama Mülkiye ruhu devam ediyor ve Türkiye’ye çok önemli mezunlar kazandırıyor.

***

Selçuk Üniversitesi’nin yeri elbette çok özel… Benim için ayrı bir gurur yıllarla birlikte oluşan Selçuk Üniversitesi aidiyeti… Bir gazetede gördüğüm ilan ve bir idealin ardından aylar süren heyecanlı bekleyiş… Sonunda, fakülte yazı işlerinden öğrendiğim sınav sonucu… (O zamanlar “cep” telefonu yok tabii ki.) Münir Bey’in o müjdedeki yeri çok ayrı… Araştırma görevlisi olarak başladığım Selçuk Üniversitesi’ndeki görevim 21 yıldır devam ediyor. Bu süre zarfında üniversite çok mesafe kaydetti ve Türkiye’de etkili üniversitelerden biri haline geldi… Selçuk Üniversitesi Konya’da “üç üniversite daha üretti” dense yeridir. Çünkü, diğer üniversitelerdeki akademisyenlerin %90’ı Selçuk Üniversitesi’nde yetişen akademisyenler… 1980’li yıllardan bu yana gelişen kampüs Konya kimliğinin oluşmasında büyük bir yere sahip… Selçuk Üniversitesi Konya’da bilimin, kültürün, ekonominin, sosyal yaşamın ve elbette siyasetin lokomotifi durumunda artık…

***

Yirmi yıl içerisinde çok farklı yöneticilerle, öğretim üyeleriyle ve elemanlarıyla çalışma olanağım oldu… Emekli olanlar, vefat edenler, görevlerine devam edenler… Tanıştığım bütün “iyi” ve “kötü” rol modelden çok şey öğrendim…

Özellikle 1990’lı yıllar üniversitenin ve fakültenin “mahrumiyet” yılları idi… Bölümlerde yeterli öğretim üyesi yoktu… Örneğin, Kamu Yönetimi Bölümü’nde 1991’den 1997’ye kadar tek öğretim üyesi görev yaptı. Tek öğretim üyesi ve koskoca bir bölüm… Bölümdeki tek öğretim üyesi ile benim de dahil olduğum araştırma görevlileri… Benim bu arada iki yıllık bir Almanya’da (1996-1998) yükseklisans dönemi oldu. Sonra bir öğretim üyesi daha geldi… Diğer bölümlerden ve fakültelerden hocalarla programlar takviye ediliyordu… Derken, 2000 yılında da (2001’de rahmetli olan bir arkadaşımla birlikte) bölümün ilk yardımcı doçentleri olarak beş kişi göreve başladık… Öğretim üyesi sayısının sınırlı olması çok önemli sorunlara neden oldu elbette… Uzmanlaşma, lisansüstü programlar, lisans programları vs… Ankara’da ve yine Mülkiye’de doktora yapmak Ruşen Keleş hocamın danışmanlığında doktora sürecini tamamlamak da bana çok güzel kapılar açtı ve vizyon kazandırdı…

***

Bu süre zarfında birçok akademisyen profili tanıdım… Doğrusu akademisyenlik benim için bir rüya gibiydi ve belki de aşırı biçimde idealize etmiştim… İdealize ettiğim öğretim üyesi profiline rastlayabildim mi? Çok sanmıyorum. Kendimi öyle mi görüyorum? Asla! Yalnızca “düşleri peşinde koşmaya çabalayan bir amatör” olarak tanımlayabilirim kendimi… (Hem Türkiye, hem de Türkiye’nin taşrası koşullarında ne kadar olunabiliyorsa öyle işte… Türkiye’de her alanda bir merkez çevre ilişkisi olmuştur… Sadece çok bilinen anlamıyla bir merkeziyetçilik olsa neyse… Merkezin çevresi olan taşra da kendi içinde merkezler oluşturulmuş durumdaydı… Hem "bireysel", hem de grupsal" ya da "ideolojik..." Geldiğiniz sosyo-ekonomik köken göreceğiniz davranışların niteliğini belirliyordu.)

Ruşen Keleş Hocayı tanımak ve hep o çizgiyi aramak… Benim bahtsızlığım sanıyorum bu oldu… Ruşen Hocam, “Akademisyen siyaset ve ticaretten uzak durmalıdır” diyordu… Oysa benim tanıdıklarımın çok önemli bir kısmı fazlasıyla “ticari ve siyasi” kaygıları olan akademisyenlerdi… Aslında Türkiye’nin neden bu kadar geri kaldığının nedeni biraz da bu değil midir? Yani, herkesin işine ve işinin ilkelerine “tutkuyla bağlı” olmaması… Asıl işine odaklanmamak…

Unutulmamalıdır ki, Osmanlıdaki bütün kurumlar birbirine paralel olarak çöktü ve çürüdü… Bir kurum çürükse sistemi oluşturan diğerlerinin sağlam olduğunu kimse iddia edemez. Bunu biliyoruz… İlmiye sınıfı da “beşik ulemalığı” icat etmişti… Yani ilim adamı diye tanınanlar “hanedan” sistemini kurmuştu… Kayırmacılık, liyakatsizlik, grup tahakkümü… Bütün bu hastalıklar sistemi çökertmişti… Maalesef bunca yıllık üniversite tecrübemde gördüm ki, son yıllara kadar Türk akademisyenliği son derece hastalıklı süreçlerle ilerledi… Homo Academicus Alla Turca… Bu isimde bir kitap yazma hayalim var… Elbette o zaman birçok ayrıntıyı kamuoyunun ilgisine sunma olanağı bulabilirim… O kadar çok malzeme var ki! Homo Academicus Alla Turca… Hani Batılılar dermiş ya, “Doğulular için bu kadarı yeterli-Bon pour L’Orient!”

Türkiye geneline bakarsak, son yıllarda tablo yavaş yavaş değişiyor… Daha “rekabetçi” ve vizyon sahibi genç akademisyenlerden doğrusu çok umutluyum… Tabii ki, “genç akademisyenler” de bu mesleğin “usta-çırak” ilişkisine dayalı olduğunu, asgari düzeyde saygının mesleğin DNA’sında yer aldığını unutmazlarsa güzel günler göreceğiz… YÖK’ün standartlarının yeterince oluşmaması, genç akademisyenlerde acayip derecede bir “hız” ve “taklit” hastalığı oluşturdu… Bu da nicelik artışını getirse de, nitelik sorunlarını gittikçe tırmandırıyor… Ancak, genel gidişatın umut vaad ettiğini de belirtmeliyim…

***

Bunca zaman içinde kaç zemheri, kaç kış, kaç acı (örneğin gençyaşta kaybettiğimiz yol arkadaşlarımız oldu), kaç sevinç ve ne paha biçilmez dostluklar yaşadığımı anlatmam elbette çok zor… İnşallah hayal ettiğim kitabı yazabilirsem bunları oraya saklıyorum… Fakat en azından vicdan rahatlığı içinde geçen zaman içerisinde güç sahiplerinin yoluna kırmızı halı sermedim… Etrafımda çokca görmeme rağmen, her dönemin adamı olmak gibi bir kaygım olmadı… Tepkilerim zayıf ya da güçlü daima, “ata ruhlarımın miras bıraktığı” Büyük ve Aziz Türkiye imgesi ve düşleri etrafında biçimleniyordu… Etkileşim içinde olduğum ve “varlıkların en onurlusu olarak” gördüğüm “insanları” üzmemek için elimden geldiğince titiz davrandım, “dürüst” oldum ve gücüm yettiğince parazitolojik bir felsefeyle yaşamayı benimsememiş olan “iyi” insanlara katkıda bulunmaya gayret ettim… Sonuçta hepimiz ekonomik, siyasal ve bürokrat elitlerin yüzlerce yıllık kurbanlarıydık… Biz Anadoluyduk…

Genel olarak şunları söyleyebilirim: Akademisyen, Emekle yaşamanın ve var olmanın en önemli erdem olduğunu bilmeli… Gücü yettiğince doğruyu, erdemi, ilkeliliği savunmalı… Yeryüzünün “en kutsal mesleği”ne girmeme vesile olan, özendiren çok güzel insanlara ne kadar müteşekkir olsam azdır. Onlar çok uzaklarda bile olsa genç bir insana verdikleri umut ve cesaretle benim düşünce dünyamda durmadan yüceldi ve yükseldiler… Bu nedenle, akademisyenliği düşünen genç arkadaşlarıma şunu söyleyebilirim: Hayata yüzlerce kez gelme olanağım olsa, yine bu mesleği seçerdim… “Deniz yıldızı öyküsü”nde olduğu gibi eğer bir “deniz yıldızı”nın yaşamında bir farklılık meydana getirebiliyorsanız; onu varlığının koordinatlarına yöneltebiliyorsanız; insanlık ailesinin iyiliğine odaklanması konusunda cılız da olsa katkılarınız oluyorsa; bu “fena” ve “fani” dünyada bir “fani” için daha büyük bir mutluluk olabilir mi?

***

1991 yılında başladığım asistanlığım 2000 yılında bitti… Şu an 1991 yılındaki heyecanlarım ve idealimin olduğunu söyleyemem… Ancak, önemli bir kısmının hala var olduğunu hissediyorum ve bunun için şükrediyorum… Çünkü, selam verdiğim, bir biçimde aynı ortamda çalıştığım insanlara yalnızca “insan” olarak bakmaya çalıştım. Rant aracı olarak görmedim… Ve çünkü, emeksiz gelen kazanımların sahibine hayır getirmeyeceğine inanıyorum…

Hata denir mi bilmiyorum ama, bu serüvenim sırasında çok önemli hatalarım da oldu… Hem kişisel etkileşimlerde, hem de mesleki anlamda... İzah etmesi çok zor. Ancak, hak etmeyen birçok kişiye fazlasıyla “iyi” oldum… Oysa onlar son derece profesyonel imişler… İnsanın bir “meta” olarak görülmesi ne kadar yanlış… Mevlana demiş ya, “Çok elbise gördüm içinde insan yok, çok insan gördüm üstünde elbise yok” diye… Eskiden anormal olan birçok şey, toplumun oldukça sıradanlaşan davranış kalıpları haline gelmiş… Mesela “utanma”, “vefa”, “kadirşinaslık” duygularını bu toplum unutalı bin yıl olmuş gibi geliyor… Çok geç  anladım… Birçok kişide aldandığımı fark ettim… “Geç fark ettim taşın sert olduğunu; su ıslatır, ateş yakarmış” diye devam ediyor ya Cahit Sıtkı Otuzbeş Yaş şiirinde… İskender Pala’nın bir kitabının girişinde dediği gibi: “Çok şükür mazlum oldum, mağdur oldum ama zalim olmadım…” Bu inancın ve içselleştirmenin şimdilerde çok büyük huzurunu yaşıyorum. Şu an oldukça güzel dostluklar ve etkileşimlerle yolculuk devam ediyor… Allah bozmasın!...

“Herşey insan için” derler ya, hayatıma olumlu ve olumsuz katkı yapan herkese teşekkür borçluyum… Yeryüzü yolculuğu olumlu ve olumsuz kişiler ve olaylarla insana paha biçilmez birikimler kazandırdığına göre; olumlu ve olumsuz katkılar insanın zihinsel zenginliği için gerçekten çok değerli… Bu yüzden hayatıma olumlu katkılar yapanlara ne kadar teşekkür ediyorsam, olumsuz katkı yapanlara da bir o kadar teşekkür ediyorum…

Biraz uzun bir yazı oldu ama, yazının sonunda sözü Alev Alatlı’ya bırakmak zorundayım (Birçok arkadaşım bu alıntıya aşina olsa da):

"Zekâ, cesaret ve iyi niyetin birleştiği noktaya erişmek istiyorum. bir şeyden korkacaksam parasızlıktan değil, kendi gerçeğimi bulamamaktan korkmak istiyorum. Parça başı doğrularla avunmak yerine bütünü kucaklamak istiyorum. Ayağı yere basmayan bir malumat istifçisi olmak istemiyorum. Kişiliğimin temelini içtenlik oluştursun istiyorum. Gevezelik etmektense yapmayı, yaptığımla söylediğimin bir olmasını istiyorum. Kusuru başkasında aramaktansa kendimde aramak istiyorum. Ölümümden sonra adımın anılmayacağını bilmek hoşuma gitmiyor. Alçak gönüllü ama yapıcı olmak istiyorum. Az ve öz konuşmak istiyorum. En zorlu kazanımlarımın tanıksız kalmasına üzülmemek istiyorum. Davranışlarımın bütün ulusların gelecek kuşaklarına örnek olacakmışçasına yaşamak, ağzımdan çıkan her kelimenin dünyayı etkileyecekmişçesine özenle konuşmak istiyorum. Bana yapılmasını istemediğimi, başkalarına yapılsın istemiyorum. Ama karşılıklılık istiyorum. Kötülüğü iyilikle karşılamak istemiyorum, çünkü o zaman iyiye vereceğim şey kalmıyor. İyiliği iyilik, kötülüğü adalet karşılasın istiyorum."




Per aspera ad astra!

4 Kasım 2010 Perşembe

"Malumat İstifçisi"

VİVA LA MUERTE!









Aşağıdaki Metin Alev Alatlı'nın Or'da Kimse Var mı? adlı romanından alıntıdır:
"Zekâ, cesaret ve iyi niyetin birleştiği noktaya erişmek istiyorum. bir şeyden korkacaksam parasızlıktan değil, kendi gerçeğimi bulamamaktan korkmak istiyorum. Parça başı doğrularla avunmak yerine bütünü kucaklamak istiyorum. Ağzımdan çıkan her sözün, her kelimenin doğru olmasını istiyorum.
Ayağı yere basmayan bir malumat istifçisi olmak istemiyorum. Kişiliğimin temelini içtenlik oluştursun istiyorum.Gevezelik etmektense yapmayı, yaptığımla söylediğimin bir olmasını istiyorum. Kusuru başkasında aramaktansa kendimde aramak istiyorum. Eğer bir şeyden sıkılacaksam, ünlü olmamaktan değil, yeteneksiz olmaktan sıkılmak istiyorum. Ölümümden sonra adımın anılmayacağını bilmek hoşuma gitmiyor. Alçak gönüllü ama yapıcı olmak istiyorum. Az ve öz konuşmak istiyorum. En zorlu kazanımlarımın tanıksız kalmasına üzülmemek istiyorum.
Davranışlarımın bütün ulusların gelecek kuşaklarına örnek olacakmışçasına yaşamak, ağzımdan çıkan her kelimenin dünyayı etkileyecekmişçesine özenle konuşmak istiyorum.
Bana yapılmasını istemediğimi, başkalarına yapılsın istemiyorum. Ama karşılıklılık istiyorum. Kötülüğü iyilikle karşılamak istemiyorum, çünkü o zaman iyiye vereceğim şey kalmıyor. İyiliği iyilik, kötülüğü adalet karşılasın istiyorum. Bayağılığı değil, yüceliği ululamak istiyorum.
İçimden herkese karşı gürül gürül duygudaşlık aksın istiyorum. Benden üstün olanları kıskanmamak, onlarla eşitlenmek için gayret göstermek istiyorum....
hepsinden öte hayatın her anını ciddiyetle, saygıyla karşılamak istiyorum.
Görüyor musun, bütün bunlardan ne kadar uzağım!
Henüz ne kadar çiğ, ne kadar hamım! Bana zaman tanı!
Açmadan solmak istemiyorum!"
s. 150-151 (16.09.1994 kitap özeti)