Ülke, 1950’li yıllarla birlikte Batılı liberal sistemlerin
arkasından gitmeye ve onlarla aynılaşmaya çaba gösteriyor.
Ancak, Türkiye ile Batılı liberal sistemler arasında korkunç
bir uçurum var. O da şudur: Batıda her siyasal kriz demokrasi genişletilerek
aşılırken, bizde bütün siyasal krizler cuntacı kadrolarla darbelerle
bastırılmaya çalışılmıştır.
Düşünebiliyor musunuz, 1960’taki 27 Mayıs’tan 2007’deki
Nisan Muhtırası’na kadar hep darbe tehdidi altında yaşamış bir ülkeyiz. 1960 darbesi neredeyse 20 yıl boyunca Anayasa ve Hürriyet Bayramı olarak kutlanmıştır. Bu Türkiye'nin utancıdır...
12
Eylül 2010 referandumu her ne kadar Türkiye’nin darbelere ebediyen “hayır”
demesi anlamına geliyorsa da, darbeci uyumaz. Hele darbeci akademisyenler hiç
uyumaz!
***
Darbelerin beslenmesinde ve Türkiye’nin başına musallat
olmasında her kesimin önemli payı olmakla birlikte, akademisyenlerin payı daha
büyük sanıyorum…
Çünkü, bugüne kadar olan darbelerin genelde fikri
altyapısının hazırlanmasında ve alkışlanmasında akademisyenler hiç de geri
planda kalmamışlardır. “Paşam paşam” diye dolaşanlar, sürekli darbe çağrısı
yapanlar yakın tarihin her dönemecinde bolca var olmuştur.
Malumunuz olduğu üzere bütün darbelere “bir kısım
akademisyenler” tam destek verirken, diğer bir kısım da darbelerin kurbanı
olmuştur.
1960’ta 147 öğretim üyesi darbecilerin kurbanı olmuş ve
üniversitelerden uzaklaştırılmışlardır ki, bunların çoğu –hem de sağcısıyla ve
solcusuyla- Türkiye’nin yüz akı akademisyenlerdir. Tek suçları darbecilerle
hareket etmemektir.
Prof. Dr. Ali Fuat
Başgil bu akademik kadronun en “delikanlı”ları arasında yer almıştır. Hayatı
pahasına darbecilerin karşısına dikilmiştir. Ne yazık ki, ailesi ve yakınları
ile tehdit edilince de Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmek zorunda kalmış ve
kısa bir süre sonra yaşamını yitirmiştir.
12 Mart Muhtırası Mümtaz Soysal gibi önemli isimlerin hapis
yıllarının başlangıcıdır. Ağırlıklı olarak sol düşünceli akademisyenler bu Muhtıra’nın
hışmına uğramıştır.
12 Eylül darbesi ise, önemli sayıda öğretim üyesini
üniversitelerden kovmuştur. 1402’likler çok meşhurdur. Özal döneminde, 1986
yılında 1402’liklerin bütün hakları iade edildi ve üniversitelere döndüler… 12
Eylül’de de hem sağ hem de sol düşünceye mensup akademisyenler kurban olmaktan
kurtulamamışlardır.
***
Hiç kuşkusuz, en önemli kıyımlardan birisi 28 Şubat
döneminde yaşanmıştır. Akademisyenler hem içeride hem de dışarıda sıkı takibe
alınmış ve yurt dışında olan birçok kişinin bursu kesilmiş ve görevine son
verilmiştir.
İçeride de, çok sayıda rektör, dekan ve diğer öğretim
üyeleri bu baskının kurbanı olmuştur. Kim tarafından fişlenmiş ve 28 Şubat
ekibi tarafından “icabına bakılmıştır” bu öğretim üyelerinin?
Elbette kendi meslektaşları tarafından… Son dalgada ele
geçirilen fişleme dosyalarında bazı üniversitelerde fişlenmeyen akademisyen
kalmamıştı. Kim yaptı bu fişlemeleri… Yan odada, alt ve karşı koridorlarda
çalışan meslektaşlar…
Birçok öğretim üyesi 28 Şubat ve sonrasında, hatta 2007
Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar subaylara ve generallere yalvarıyordu neredeyse
darbe yapılsın diye… Darbecilerin harekete geçmemesinden dolayı edilen feryat
figanlar meydanlara taşınmıştı… Generallerin ayakları altına serilen kırmızı halılar,
utanç verici meslektaş fotoğrafları olarak hafızalarda duruyor… Ne yazık ki,
maskeli ve maskesiz birçok akademisyen bu süreçte çok kötü bir sınav verdiler…
Bazılarının hiçbir ideolojisi yoktu. Onlar yalnızca
çıkarlarına tapan zavallılar olarak, çıkarlarını darbecilerden yana olmakta
görüyorlardı.
***
Ne sıkı bir başörtüsü avcılığı yapılmıştı. Perukların altı
bile inceleniyordu, başörtüsü görünüyor mu, görünmüyor mu diye… Görünüyorsa
hemen işlem yapılıp öğrenciler okuldan atılıyordu. Tutanak tutmayan öğretim
üyeleri hakkında soruşturma açılıyordu…
Dekanlar tarafından öğretim üyeleri kapıya dikilip çok sıkı
denetimler yapılıyordu… Elbette hepsinin gerekçesi 28 Şubat talimatları ve
Kemal Gürüz emirleriydi ama… Acaba kraldan çok kralcı olan rektörler ve
dekanlar yok muydu? Şimdi onlar ne yapıyorlar acaba, siz de merak etmiyor
musunuz?
Kim bilir, belki de iktidara yakın akademisyenler ve
çevrelerle flört, evlilik ve balayı peşindedirler. Ben gerçekten merak
ediyorum!
Mevsimlik kimliklerin bol olduğu bir ülke değil miyiz, şunun
şurasında?
***
AK Parti’nin -hataları, yanlışları, günahları bir yana- bu
ülkeye en büyük iyiliği her türlü darbeci karşısında “sağlam bir duruş”
sergilemesidir. Bu tavır, darbecileri umutsuzluğa yöneltmiş ve ülkeyi biraz
olsun rahatlatmıştır.
Akademisyen her düşüncenin özgürlüğüne sahip çıkmalıdır. Ülkeye
ihanet niteliği taşımayan her düşünceye elbette…
Bir akademisyen olarak
şuna inanıyorum: Demokrasinin ilkelerine inanmış, özellikle demokrasinin
farklılıklarla bir arada yaşama ilkesini benimsemiş herkes “kendini”
yaşayabilmelidir. İnancını, cinsiyetini, ideolojisini, geleneklerini
yaşayabilmelidir.
Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Rum, Ermeni… Bu coğrafyada yaşayan
ve anayasal sistemin değerlerinde buluşan herkes, ama herkes kendini
yaşayabilmelidir. Modernizmin dar kalıpları, dijital toplumun beklentilerini
hiçbir biçimde karşılamıyor. Üstelik bizim geçmişimiz hep “hoşgörü rejimleri”
olmuştur. Amerikalı Michael Walzer, Osmanlı Devleti’ni “Hoşgörü İmparatorluğu”
olarak tanımlıyor…
Fakat hala “taş devrinde” yaşayan ve dinozorlaşmış
akademisyenler fitne merkezleriyle temas halindedirler sanıyorum ve hala “ne
olur darbe yapın” diye yalvarıyorlardır diye düşünüyorum.
Çünkü, onlar sözde akademisyenler olarak mesleğimizin utancı
olmaya devam edeceklerdir.
Özellikle 28 Şubat faciasını anlamak için İskender Pala’nın İKİ
DARBE ARASINDA isimli eserini ısrarla tavsiye etmek istiyorum…
Per aspera ad astra!