25 Ocak 2013 Cuma

DARBELER VE AKADEMİSYENLER



 Türkiye gariplikler ülkesi, bunu biliyoruz. Türkiye öyle gariplikler ülkesi ki, akşamdan sabaha neredeyse doğruları değişiyor. Akşam siyah olan, sabah beyaz oluveriyor… GDO’lu gelişim süreçleri her şeyin orijinalini yok ediyor…
Ülke, 1950’li yıllarla birlikte Batılı liberal sistemlerin arkasından gitmeye ve onlarla aynılaşmaya çaba gösteriyor.
Ancak, Türkiye ile Batılı liberal sistemler arasında korkunç bir uçurum var. O da şudur: Batıda her siyasal kriz demokrasi genişletilerek aşılırken, bizde bütün siyasal krizler cuntacı kadrolarla darbelerle bastırılmaya çalışılmıştır.
Düşünebiliyor musunuz, 1960’taki 27 Mayıs’tan 2007’deki Nisan Muhtırası’na kadar hep darbe tehdidi altında yaşamış bir ülkeyiz. 1960 darbesi neredeyse 20 yıl boyunca Anayasa ve Hürriyet Bayramı olarak kutlanmıştır. Bu Türkiye'nin utancıdır...
12 Eylül 2010 referandumu her ne kadar Türkiye’nin darbelere ebediyen “hayır” demesi anlamına geliyorsa da, darbeci uyumaz. Hele darbeci akademisyenler hiç uyumaz!
***
Darbelerin beslenmesinde ve Türkiye’nin başına musallat olmasında her kesimin önemli payı olmakla birlikte, akademisyenlerin payı daha büyük sanıyorum…
Çünkü, bugüne kadar olan darbelerin genelde fikri altyapısının hazırlanmasında ve alkışlanmasında akademisyenler hiç de geri planda kalmamışlardır. “Paşam paşam” diye dolaşanlar, sürekli darbe çağrısı yapanlar yakın tarihin her dönemecinde bolca var olmuştur.
Malumunuz olduğu üzere bütün darbelere “bir kısım akademisyenler” tam destek verirken, diğer bir kısım da darbelerin kurbanı olmuştur.
1960’ta 147 öğretim üyesi darbecilerin kurbanı olmuş ve üniversitelerden uzaklaştırılmışlardır ki, bunların çoğu –hem de sağcısıyla ve solcusuyla- Türkiye’nin yüz akı akademisyenlerdir. Tek suçları darbecilerle hareket etmemektir.
Prof. Dr. Ali Fuat Başgil bu akademik kadronun en “delikanlı”ları arasında yer almıştır. Hayatı pahasına darbecilerin karşısına dikilmiştir. Ne yazık ki, ailesi ve yakınları ile tehdit edilince de Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmek zorunda kalmış ve kısa bir süre sonra yaşamını yitirmiştir.
12 Mart Muhtırası Mümtaz Soysal gibi önemli isimlerin hapis yıllarının başlangıcıdır. Ağırlıklı olarak sol düşünceli akademisyenler bu Muhtıra’nın hışmına uğramıştır.
12 Eylül darbesi ise, önemli sayıda öğretim üyesini üniversitelerden kovmuştur. 1402’likler çok meşhurdur. Özal döneminde, 1986 yılında 1402’liklerin bütün hakları iade edildi ve üniversitelere döndüler… 12 Eylül’de de hem sağ hem de sol düşünceye mensup akademisyenler kurban olmaktan kurtulamamışlardır.
***
Hiç kuşkusuz, en önemli kıyımlardan birisi 28 Şubat döneminde yaşanmıştır. Akademisyenler hem içeride hem de dışarıda sıkı takibe alınmış ve yurt dışında olan birçok kişinin bursu kesilmiş ve görevine son verilmiştir.
İçeride de, çok sayıda rektör, dekan ve diğer öğretim üyeleri bu baskının kurbanı olmuştur. Kim tarafından fişlenmiş ve 28 Şubat ekibi tarafından “icabına bakılmıştır” bu öğretim üyelerinin?
Elbette kendi meslektaşları tarafından… Son dalgada ele geçirilen fişleme dosyalarında bazı üniversitelerde fişlenmeyen akademisyen kalmamıştı. Kim yaptı bu fişlemeleri… Yan odada, alt ve karşı koridorlarda çalışan meslektaşlar…
Birçok öğretim üyesi 28 Şubat ve sonrasında, hatta 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar subaylara ve generallere yalvarıyordu neredeyse darbe yapılsın diye… Darbecilerin harekete geçmemesinden dolayı edilen feryat figanlar meydanlara taşınmıştı… Generallerin ayakları altına serilen kırmızı halılar, utanç verici meslektaş fotoğrafları olarak hafızalarda duruyor… Ne yazık ki, maskeli ve maskesiz birçok akademisyen bu süreçte çok kötü bir sınav verdiler…
Bazılarının hiçbir ideolojisi yoktu. Onlar yalnızca çıkarlarına tapan zavallılar olarak, çıkarlarını darbecilerden yana olmakta görüyorlardı.
***
Ne sıkı bir başörtüsü avcılığı yapılmıştı. Perukların altı bile inceleniyordu, başörtüsü görünüyor mu, görünmüyor mu diye… Görünüyorsa hemen işlem yapılıp öğrenciler okuldan atılıyordu. Tutanak tutmayan öğretim üyeleri hakkında soruşturma açılıyordu…
Dekanlar tarafından öğretim üyeleri kapıya dikilip çok sıkı denetimler yapılıyordu… Elbette hepsinin gerekçesi 28 Şubat talimatları ve Kemal Gürüz emirleriydi ama… Acaba kraldan çok kralcı olan rektörler ve dekanlar yok muydu? Şimdi onlar ne yapıyorlar acaba, siz de merak etmiyor musunuz?
Kim bilir, belki de iktidara yakın akademisyenler ve çevrelerle flört, evlilik ve balayı peşindedirler. Ben gerçekten merak ediyorum!
Mevsimlik kimliklerin bol olduğu bir ülke değil miyiz, şunun şurasında?
***
AK Parti’nin -hataları, yanlışları, günahları bir yana- bu ülkeye en büyük iyiliği her türlü darbeci karşısında “sağlam bir duruş” sergilemesidir. Bu tavır, darbecileri umutsuzluğa yöneltmiş ve ülkeyi biraz olsun rahatlatmıştır.
Akademisyen her düşüncenin özgürlüğüne sahip çıkmalıdır. Ülkeye ihanet niteliği taşımayan her düşünceye elbette…
Bir akademisyen olarak şuna inanıyorum: Demokrasinin ilkelerine inanmış, özellikle demokrasinin farklılıklarla bir arada yaşama ilkesini benimsemiş herkes “kendini” yaşayabilmelidir. İnancını, cinsiyetini, ideolojisini, geleneklerini yaşayabilmelidir.
Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Rum, Ermeni… Bu coğrafyada yaşayan ve anayasal sistemin değerlerinde buluşan herkes, ama herkes kendini yaşayabilmelidir. Modernizmin dar kalıpları, dijital toplumun beklentilerini hiçbir biçimde karşılamıyor. Üstelik bizim geçmişimiz hep “hoşgörü rejimleri” olmuştur. Amerikalı Michael Walzer, Osmanlı Devleti’ni “Hoşgörü İmparatorluğu” olarak tanımlıyor…
Fakat hala “taş devrinde” yaşayan ve dinozorlaşmış akademisyenler fitne merkezleriyle temas halindedirler sanıyorum ve hala “ne olur darbe yapın” diye yalvarıyorlardır diye düşünüyorum.
Çünkü, onlar sözde akademisyenler olarak mesleğimizin utancı olmaya devam edeceklerdir.
Özellikle 28 Şubat faciasını anlamak için İskender Pala’nın İKİ DARBE ARASINDA isimli eserini ısrarla tavsiye etmek istiyorum…


Per aspera ad astra!