9 Mayıs 2020 Cumartesi

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI VE ÖLÜMÜ

Korona virüsü nedeniyle, her gün yüz binlerce insanın ölümünü, milyonlarca insanın korkularını izliyoruz. Farklı ülkelerdeki ölümler artık istatistik yarışına döndü. Her şey insan içindir ve insan her şeyi içselleştirebiliyor. Peki ölüm, anlamlar dünyasında nasıl bir yere sahip? Varlığı sonlandıran, yaşamı geçici bir durum olmaktan çıkaran ölüm üzerine ne kadar düşünüyoruz? Bir düşünme denemesi yapmak istedim, buyrun:

Doğduğun an, her an ölebileceğin bir yolculuğun başlangıcıdır. O anda da, yüzyıl sonra da ölebilirsin. Var olmak muazzam bir armağan insan için. Ölmek o armağanın geri alınması mı? Varlığın başka bir boyutta devam etmesi mi? Anlamlar dünyanıza göre değişiyor yanıtlar.

Felsefi bir tartışmaya girmeyeceğim. Yanımızdan yöremizden her gün yakınlarımız, dostlarımız ve tanımadığımız insanlar eksiliyor. Böyle bir yazı yazma düşüncesi, bir arkadaşımın bir yakınının vefatı üzerine, “90 yaşındaydı, biz o kadar yaşasak daha ne isteriz” cümlesinden ortaya çıktı. O anda şunu düşündüm: 50 yaşında ölmekle 90 yaşında ölmek arasında ne fark var ki? Sonuçta öleceksin. Yalnızca ne kadar yaşayacağını bilmiyorsun. Nice tarihi kişilikler var ki, yalnızca 35 yıl veya 30 yıl yaşamışlar. Ama hâlâ insanların düşünce dünyasında yaşıyorlar. Hâlâ insanlığa ışık tutuyorlar veya “ibret” oluyorlar. Hz. İsa 33 yaşında çarmıha gerilmiş; Büyük İskender 33 yaşında ölmüş mesela… Ama hâlâ yaşamıyorlar mı? O halde “kaç yıl” yaşadığın mı önemli, “nasıl” yaşadığın mı önemli? Sanırım, “nasıl yaşadığın” daha önemli.

Kimse ölmek istemez elbette, ölüm istenmez. Ancak, kaçınılmaz bir son olduğu da genellikle unutulur. Unutulduğu için de, insanlar bırakın birtakım değer yargılarını, insanlığı bile unutur! Sanırım sorun burada…

En ağır hastalığa müptela olan, yaşı yüzü geçmiş insanlar bile hep bir gün daha yaşamak ister. Ölüm korkusu insanın genlerine işlemiştir. Öleceğini bile bile, niçin korkar ki insanlar ölümden. Filozof Montaigne, “benim görevim insanlara ölümden korkmamayı” öğretmektir der, başka birçok filozofun da söylediği gibi. Sokrates, Atina demokrasisinin hukuk katliamı sonucunda idama mahkûm edilince dostları feryat figan ederken, güle oynaya ölüme gidiyordu ve “Size hayret ediyorum. Ben ölüyorum diye niçin üzülüyorsunuz? Ben Tanrıyla buluşacağım ve dostum Homeros’la sohbet edeceğim. Ölümden korkacak ne var” diyordu.

Yine Antik filozoflardan birisi, “Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum. Neden korkayım ki ölümden” diyerek, ölüm korkusunu hiçleştirmiş sanki. Mevlana’nın Şeb-i Arus yolculuğu, ölümü bir düğüne dönüştürmedi mi? Demek ki, “ölümü içselleştirmek ve anlamak” yaşamı güçlendiriyor ve aslında eğer ölümün “anlamını” kavramışsanız, yaşamda daha güçlü yolculuklar yapabiliyor ve izler bırakabiliyorsunuz.

Apple’ın kurucusu Steve Jobs’ın oldukça ünlü Stanford Üniversitesi mezuniyet konuşmasında dediği gibi, “Hiç kimse ölmek istemez, Cennete gitmek isteyenler bile. Oysa hiç kimse bugüne kadar ölümden kaçamamıştır. Ölüm aslında hayatın en güzel yanlarından biridir. Ölüm olmasaydı, yeni gelenlere yer açılmazdı ve dünya yaşanmaz hale gelirdi. Şu anda siz ‘yenisiniz’, ama bir süre sonra siz de ‘eskiyeceksiniz’ ve sonra sizden sonra gelen yenilere yer açılacak. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu!” Steve Jobs gibi muhteşem bir beyin, 56 yaşında göçüp gitti dünyadan. Hemen herkesin sevdiği Barış Manço 56 yaşında, Kemal Sunal 55 yaşında öldü. Ama hayır, onlar ölmediler ve yaşıyorlar. Çünkü, yaşadıkları zaman dilimini çok güzel “anlamlandırdılar” ve insanların zihninde ve duygu dünyasında yer edindiler.

“Beden-ruh” tartışmalarına veya çözümlemelerine girmeyeceğim. Ama yaşamanın bir “anlamı” olmalı. Nazım’ın dediği gibi yaşamak, “bir orman gibi kardeşçesine ve bir ağaç gibi tek ve hür” olmalı. Alev Alatlı’nın deyimiyle “yaşamın koordinatlarının” farkına bile varmadan ölüp gitmek, bir robotun artık varlığını sürdüremeyecek kadar yıpranıp çöpe atılmasından farksızdır. İnsan, var olmanın eşsiz güzelliğine teşekkür etmek için “insanca” yaşamayı öğrenmeli evvela. Milyarlarca hemcinsimiz gibi var olduk, bir anlam yüklendi bize; kimliğimiz oldu, yaşadık, yaşıyoruz… Ve gideceğiz…

İsmimizin yazılacağı sayfa hangisi olacak? Yaşamın ne olduğunu bilmeden, gözü biriktirme hırsından başka bir şey görmeden insanların kuyusunu kazan rezil bir kimlik olmak için yaşamak ne acı! Böyle bir tür, öldükten sonra kaç sene yaşar ki? Sanırım bir süre rezillikleriyle anılır ve sonra unutulur. Kötülükleri büyükse, sanırım daha uzun süre anılır, sonra unutulur…

Ama peygamberler, bilgeler, filozoflar, şairler, yazarlar unutulmaz… Yazarlar demişken, bir Jack London 40 yıl yaşamış, ama ardında ne kitaplar bırakmış. Balzac, 51 yaşında göçmüş bu dünyadan, ama yaşıyor. Namık Kemal 48 yaşında ve bazı padişahlar (Genç Osman) 18 yaşında bu dünyadan ayrılmışlar. Ama onlar insanlığın onur sayfasında yaşıyorlar. Demek ki, ten yani beden ölse bile, insanların yaptıkları yüzyıllarca insanları, insanlığın onur sayfasında yaşatabiliyor. İnsana, hayvana ve kısacası bütün varlıklara saygı gösterebilenler; adaletle, vicdanla ve tevazuyla yaşamını sürdürenler insanlığın onur sayfasında yaşıyor ve yaşayacak. Çünkü, onlar “var olmanın, isim almanın, insan olarak tanımlanmanın” teşekkürünü yerine getirmek için, “insanlara yararlı olma” düşüncesiyle yaşadılar.

İnsanlığın rezillik sayfasını ise tanımlamaya gerek yok zaten... Kısaca, “maddeyi ve menfaati tanrı edinenler,  koltuğu Cennet bilenler, insanlara kötülüğü yol edinenler…”

Auschwitz'den sağ kurtulan Viktor Frankl'ın kitabında da anlattığı gibi, "İnsanın Anlam Arayışı" olmalı. İnsan, anlamını bulmadıktan sonra yaşamış yaşamamış, hiç fark etmiyor! Anlamlar dünyamızda neler var, onlara bakmalıyız...

Sezai Karakoç, “Şükür ki, insandan insana fark var” diyor. Evet, çok şükür…

Önemli olan, kaç sene yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız…

Bu kısa ve aldatıcı yaşam yolculuğunda mahcup olmamak dileğiyle…