22 Haziran 2015 Pazartesi

Zift içinde boğulanlar ve özgür düşüncenin yolcuları...

Herkesin kırmızı çizgileri olmalıdır… Kırmızı çizgiler, satükocu ve “dediğim dedikçi” yapmadığı sürece iyidir… “Kırmızı çizgi” bir anlamda “taraf” olmayı ifade eder… Herkes mutlaka “taraf”tır. Önemli olan, hep “kendi tarafına” yontmamak, “karşı taraf”ında hak ve hukukunu gözetmektir…
Normal demokrasilerde, normal bir yurttaşlık “katılımcı” niteliği ile öne çıkar. Yani, yurttaş yaşam alanlarında gördüğü, duyduğu, katıldığı her konuda “fikrini” belirtir. Bu fikir ister sıradan, isterse çok değerli olsun önemli değildir. Önemli olan “katılımcı yurttaşlık” gereği, fikrini ifade etme özgürlüğünü kullanmaktır. “Siyasete ve yönetime katılmayan yurttaş sayılmıyordu”, Antik demokrasilerde bile… Bu yüzden demokrasiyi, kamusal olanı ve topluma ilişkin olanı konuşmanın, “ortak iyiye katkı” olduğuna kuşkum yok… Yaklaşık 15 yıldır derslerimde “katılımcı demokrasi” anlatıyorum… Başta sosyal medya (twitter, facebook, blog vs.,) olmak üzere yerel ve ulusal basında sık olmasa da yazıp çiziyorum…
Gazetelerde 10 yıldır “amatörce” yazdıklarım, “Yurttaşsız Demokrasi” adıyla kitap oldu. Ortada son iki yıllık siyasi deprem yokken, “katılım, yerellik, demokrasi, yaşam kalitesi, terör, Türkiye’nin bütünlüğü, reform, mülki idare, denetim, yolsuzluk, şeffaflık, rekabetçi yerel kalkınma” gibi konularda yazıp çizdim ve bunlar kitaplaştı.
Akademisyenliğin belirli bir döneminden sonra, yerel ve ulusal medyada yazmaya başladıktan sonra çizgim değişmedi: Her zaman demokrasi, açıklık, denetim, katılımcı yurttaşlık, bireycilik, AB standartları, evrensel değerler, Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü, empati, çoğulculuk, hukukun üstünlüğü, yerel demokrasi, yönetişim, belediyecilik, kentleşme gibi konularda yazdım… Yazmaya çalıştım… Yazıyorum… Doktora tezim siyasal katılma ve yerel demokrasi üzerine… Dolayısıyla siyaset konuşmak ve yazmak bir nevi mesleki zorunluluk…
***
Türkiye gibi “kurumsallaşma”nın yerlerde süründüğü bir ülkede, mevcut kurumsal, akademik ve sosyal yapıda, “iyiyi yakalama” çabasındayım, eksiklerimi tamamlama gayretindeyim. Ancak, Batılıların “Şark için bu kadarı yeterli” dediği tarzda Şark kurnazlığıyla, formaliteleri tamamlamayla, yakınlıkları kullanma ile elde edilen ünvanlarla şişirilen ve aşırı derecede nitelik sorunu olan akademik dünyada, yine de dünyayı, Türkiye’yi ve yereli evrensel standartlarda okuma çabası içerisinde olduğumu belirtmek istiyorum. Kendimi de öyle teselli ediyorum: Böyle bir dünyada ve ortamda “iyi olma çabası” içerisinde olmak…
***
Benim de kırmızı çizgilerim var…
  • Bu millet tarihe damga vurmuş üç büyük milletten biridir… Tarihim gururumdur; Hunlardan, Selçukluya, Osmanlıya ve Cumhuriyete kadar bütün üstünlükleri, erdemleri ve sorunlarıyla birlikte…
Türkiye Cumhuriyeti, övünç kaynağımdır… Her türlü soruna, arızalı yönetim dönemlerine ve demokratikleşme konusundaki ağır sorunlara rağmen Türkiye bölge ülkeleri içerisinde, “süper güç” konumundadır… Bu Cumhuriyetin kurumları ve ilkeleri sayesindedir… Bölgemize göre çok iyi bir konumdayız… Ancak, dileğim odur ki Türkiye birinci sınıf demokrasiler ligine yükselsin… Hedef kesinlikle ve kesinlikle İngiltere, Almanya, İsveç vs gibi ülkelerdeki ekonomik ve demokratik gelişmişlik düzeyi olmalıdır…
***
  • Akif’in dediği gibi “Gelenin keyfi için kalkıp geçmişe sövemem…” Ama aynı zamanda kimsenin keyfi için de “hukuktan, adaletten, demokrasiden, eşitlikten, vicdandan, empatiden… kısaca insanlıktan” vaz geçemem…
Kimliği, aidiyeti, ideolojisi ne olursa olsun; elimden geldiğince zihnim, aklım, kalbim ve sağlığım el verdiğince mağdurun, mazlumun, mahrumun (yoksun ve yoksulun) yanında olma azmi ve kararındayım…
Tarihimle ve değerlerimle barışığım… Ancak, hayatım boyunca öğrendiğim şudur: Hiç kimseyi inancı, ideolojisi, aidiyeti, kökeni, cinsiyeti, rengi ve hatta ünvanı “adam” yapmıyor… Adamlık ötekine, hukuka, adalete, insana saygıdan geçiyor… Farklı ülkelerde bulundum, 72 millet tanıdım… “Karakter” ve “vicdan” denen emsalsiz zenginliklerin kesinlikle hiçbir “aidiyetle” bağlantısı yok…
Kimseye karşı bir ön yargı ve peşin sempati beslemiyorum… Mevlana’nın seslenişiyle, “ne olursan ol, kim olursan ol gel…” Yeter ki, adam ol…
***
  • Türkiye’nin birliği ve dirliği en büyük kaygım ve kırmızı çizgilerimden birisi… Çoğulculuğa, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne bağlılığımız, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünden taviz vermemizi gerektirmiyor… Şehitlerimize, gazilerimizi borcumuz çok büyük… Hatta ’93 harbinde, Balkan Savaşlarında, Çanakkale’de ve Sarıkamış’ta bu ülkedekiler yaşasın diye can verenlere borcumuz var… Demokrasiye evet, bölücülüğe hayır!…
***
İnsan yeryüzünde hata yapmak, hatalarını görmek, arınmak ve olgunlaşmak (kemale ermek) için var… Hatalarımızı görebilmek, bizleri insan kılıyor… “Her zaman haklı, her zaman masum” diye kendimizi nitelendirirsek, “insanlıktan çıkmış” oluruz… İnsan, hatalarını görebildiği ve onlardan vaz geçebildiği ölçüde kendini geliştirebilir ve yeryüzü yolculuğunda tamamlanabilme (insanlaşma) konusunda mesafe alabilir…
Son olarak;
Demokrasi, herkesin birbirine ve değerlerine saygı göstermesini gerektiren evrensel bir kültürdür. Demokraside bütün mücadeleler “saygı” ile yürütülür…
Hiç kimsenin değil; yalnızca hukukun, vicdanın, insanın, evrensel değerlerin yanında olmak Türkiye’yi daha yükseklere taşıyacak… İnsanlar geçici, kurumlar ve ilkeler kalıcıdır… Herhangi bir kişinin, partinin, ideolojinin, aidiyetin “düşmanı” olmadan, farklılıkları ve içinde yaşadığın toplumu “anlamaya çalışmak”… Herhangi bir kişinin, partinin, ideolojinin, aidiyetin “borazanı” değil; Atatürk’ün dediği gibi “özgürlük ve bağımsızlığı” karakter edinme çabasında olmak gerekir… Akademik ve bilimsel “özerklik” bunu gerektirir zira…
Bu yüzden Cemil Meriç’in dediği gibi, kimsenin değil “hakikatin adamı” olma yolunda olmak erdemdir.
Şablonlardan, sloganlardan, kategorize etmelerden, ezberci söylemlerden, basmakalıp hükümlerden yorulduk… Türkiye, ne yazık ki herkesi olağan üstü yoran bir ülke… Yapay gündem ve tartışmalardan “yaşamaya” vakit bulamıyor insanlar, insanımız…
Dediğim gibi bu yazının konusu hiçbir biçimde siyaset değil. Ancak, siyasal süreçlere bakıp “durumdan vazife çıkaran”, kendince senaryolar yazan ve insanlığın çok uzağına düşen tiplerin, çıkar avcılarının, insanlık fukaralarının sayısı arttıkça artıyor…
Herşeye rağmen;
Hangi karanlık kafa, hangi karanlık mahzende, hangi karanlık kafalarla, hangi karanlık emellerle çırpınırsa çırpınsın; hakikatler güneş gibidir ve bütün karanlıklar güneşin karşısında hükümsüz kalır… Çamurdan, ziftten, karanlıktan beslenenlerden uzakta kalabilmek, adımızı sonsuz kılacak olandır… Yunus Emre’nin dediği gibi: Sen doğru yolda ol da, varsın sanan eğri sansın…
O halde, “Güneşe göç var da kalan biz miyiz” diyen şaire kulak vermek lazım arada sırada…
Bildiğim tek şey; karanlık vicdanları kendi karanlığında bırakmak ve güneşe/aydınlığa göç yolunda olmak lazım gelir… Zira, dünya dedikleri zaten bir “gölgeliktir…”
Kazandığını zanneden de, kaybettiğini düşünen de kaybedecek…
Sonsuza kadar kalacak ve kazanç hanesine yazılacak olan, gönüllerde yer edinebilmektir…
Per aspera ad astra!