5 Aralık 2013 Perşembe

DOĞRUCU DAVUT VE KOORDİNATLARIMIZ

Bazı ruh mimarları, düşünce insanları, toplumu okuyabilenler ve insanın gönlüne nüfuz edebilen yazarlar,
ister Türkiye'de isterse bütün dünyada insan kalitesinin giderek düştüğünden bahsediyorlar…
Mevlana asırlar öncesinden dememiş mi “İnsanlar gördüm üzerinde elbisesi yok, elbiseler gördüm içinde insan yok…” diye…
Benim ruh mimarları dediğim kimselere Alev Alatlı “Ata Ruhlarım” diyor… Çok güzel bir ifade… Ne demektir ruh mimarı? Ne demektir Ata Ruhlar? Elbette, insanın kimlik ve kişiliğini biçimlendiren insanlar… Bunlar arasında peygamberler, mutasavvıflar, , filozoflar, düşünürler, yazarlar vardır…
Örneğin, hem öğrencilerime hem kendime sürekli söylediğim bir şey var ki, yaşamımın sonuna kadar onu savunacağım:
 “Doğru ve iyi nereden ve kimden gelirse gelsin, doğrudur ve iyidir… Doğruya ve iyiye adres sormayınız…”
Mesela, etkilendiğim insan Antik Yunan'dan bir düşünür olabileceği gibi uzak Asya'dan bir düşünür ve lider de olabilir…
Hegel, Marx ve Weber'in beni etkileyen düşünceleri olduğu gibi, kendi kültürümde Orta Asya'da Ahmet Yesevi'den Balkanlarda yatan kolonizatör Türk Dervişlerine kadar hayranlığımı gizleyemeyeceğim binlerce isim aklıma gelir… Yunus, Mevlana ve Hacıbektaş ise, herkesin malumu gönül mimarları…
Mesela, Türk tarihinin tamamına “erdemlerinden ötürü elbette” hayranlığımı gizlemem… Tarihime, inancıma ve kültürüme her durumda saygılı oldum ve bundan müthiş bir huzur duydum…
Demem o ki, benim kıblem hep belli, istikametim sarsılmazdır… Çünkü, “ölümlü” olduğumu bilirim… İnsanın bırakabileceği en güzel eserin, güzel bir isim ve iz olduğunu bilirim… “Baki kalan şu kubbede bir hoş sada imiş…” kabilinden… Mesleğe başladığımdan beri bu çizgim devam etmektedir ki, bunu öğrencilerime de iletmeye çalışırım...
Mesela Turgut Özal'ın yenilikçiliğine saygım, Menderes'in dramına karşı isyanım hep var olmuştur… Sağda bu isimlere muhabbetim varsa, solda da Bülent Ecevit gibi isimlere muhabbetim olmuştur, saklamam… Neden? çünkü, Ecevit'in bir gram yolsuzluğu, kayırmacılığı ve eyyamcılığı olmamıştır da ondan… Hatta Ecevit arkasında en ufak bir "yolsuzluk" dedikodusu bırakmadan bu dünyadan göçmüş tek başbakandır... Doktora danışmanım ve hocam olan Prof. Dr. Ruşen Keleş'e olan saygımı ifade etmem bile gereksiz…
Muhsin Yazıcıoğlu vefat etmeden önce ne demişti? “İki dakika sonrasını bilmediğimiz bir hayat için fırıldak olmaya gerek yok”. Şimdi bu söze ve sözü söyleyene saygı duymaz mısınız?
Hangi cepheden olursa olsun, “güzel insanları” hep alkışladım, hep de alkışlayacağım… Gündelik siyaset benim yönümü değiştiremez… Çünkü, Yahya Kemal'in dediği gibi “Kökü mazide olan atiyim…” Sözün ustaları en güzelini söylemiş zaten…
Anlaşılacağı üzere evrensel doğrular, doğrularımdır… Taraf olduğum, erdemli insanların taraf olduklarıdır… En azından, buna "talibim…"
***
En nefret ettiğim insan tipi, insanları sürekli horlayan, aşağılayan ve değersizleştirmeye çalışan tiplerdir…
Mesela, ruh mimarlarımdan birinin de Mehmet Akif Ersoy olduğunu söylemem lazım… Ne diyordu Akif, “Kesilir belki başım, fakat çekmeye gelmez boynum…” Yani, kendime “koyun” muamelesi yaptırmam, ölümü yeğlerim… Bu bir ruh asaletidir… İnsan onurunun yüceliğini gösterir…
“Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı; Söz ola ağulu aşı/Yağ ile bal ede bir söz” demiş Ozan Yunus…
Söz, kelam, hitap, iletişim adına ne derseniz deyin, ağızdan çıkınca insanı iyileştirmeli, yaralarını kapatmalı ve yüceltmeli…
Söz kutsaldır…
İnsanı yaralayan ve alçaltan sözün kutsallığından bahsedilemez… Bütün zulüm sahipleri ve onların şakşakçıları hep nefretle anılmıştır, insanlık tarihi boyunca… Anılmaya da devam edecektir.
İnsan her an huzur içinde yaşayabilmeli… İskender Pala'nın dediği gibi diyebilmeli: “Çok şükür mağdur oldum, mazlum oldum… Ama zalim olmadım…”
Bunu diyorum, çünkü hayatım boyunca hak-hukuk mücadelesi vermeye gayret ettim… Kendileri için hak-hukuk mücadelesi verdiklerimin ruhları bile duymadan bu hep böyle oldu… Kendimce ve gücümün yettiğince… Haklarını savunduğum bazı biçareler, sonradan karşıma geçti... Ona da, derin bir "eyvallah" çektim...
***
Doğrucu Davut hikâyesine gelince… Farklı rivayetler var elbette… Ancak, en meşhur olanı ve hoşuma gideni şudur: Padişahın birinin Doğrucu Davut adında bir veziri var imiş… Padişah birgün savaş hazırlıkları yaparken sormuş “Davut ne dersin, bu savaşı kazanabilir miyiz?” Doğrucu Davut bakmış bu işin sonu iyi görünmüyor… “Padişahım gelin bu savaştan vazgeçin, şu şu sebeplerden dolayı kaybederiz…” Padişah bu ya, “Bizim gücümüzü mü küçümsersin? Bre Davut sen nasıl benim irademe karşı gelirsin… Atın derhal zindana” demiş… Padişah savaşa gitmiş ve kaybetmiş, ama Davut hala zindanda… Aradan altı ay geçmiş, yine bir savaş durumu olmuş…  “Çağırın şu Davut'u soralım bakalım bu defa ne diyecek” demiş… Davut huzura gelince, padişah “Söyle bakalım Davut yine bir savaş durumu var, bu defa ne diyeceksin?” Davut savaşla ilgili şartları şöyle bir gözden geçirmiş ve “Padişahım siz en iyisi beni zindana geri gönderin” demiş… Hikayenin sonu malum, Davut yine doğruyu söyleyecek ve yine zindana gönderilecek zaten…
Doğrucu Davut?un gerçek hikâyesi bu… Doğrularla yaşayan Davutlar için zindanlar daimi adres oluyor...
Çünkü, Doğrucu Davutlar esen rüzgara göre yön değiştirmezler…
Olsa olsa Firavun Sarayı'nda Musa rolündedirler…
“Bu da geçer ya hu!” der ve yollarına devam ederler… Çünkü, onların yolcuğu dünyanın kirine pasına değil, sonsuzluğun emsalsiz güzelliklerinedir…
“Merd-i Kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler” demiş atalarımız… Böylelerine sözümüz yok zaten.
İyiliği, insanlığı, merhameti, şefkati, adaleti, sevgiyi, barışı yüceltmek üzere, devam etsin yolunuz ve yolumuz aziz okuyucularım… Sürç-i lisan oldu ise, affola…
(Bu yazı 26 Mayıs 2011 tarihinde yayınlanmıştır. http://www.yenimeram.com.tr/dogrucu-davut-hikayesi-ve-kimlik-im-987yy.htm)