29 Kasım 2013 Cuma

“Anlamaz yazısız pulsuz dilekçem/Anlamaz ruhuma geçti bilekçem.”

Ellerim uzaklaşıyor sanki bedenimden… Ellerim benim değil artık. Ben elsiz ayaksız boşlukta
sallanıyorum. Ruhumun temellerine katran püskürten büyücülerden kaçamıyorum. Ruh binamı katranla boyuyorlar. Ne yapabilirsiniz ki, elsiz ayaksız? Hep gece mi bu dünya? Güneşin şefkatli eli sarmıyor bedenimi, ruhumu ısıtmıyor. Sibirya soğuklarında ve ayazdayım. Ne seni düşünebiliyorum ne kendimi, karanlığın katmerli koridorlarında savrulurken. Benim, senin, onun ve onların halleri birer girdap gibi kuşatmış ufkumu, kurtulamıyorum. Bu kadar musibetten nasıl azade olacaksın ki, satılık kimlikler çağında ve ucuz insanlar pazarında ey ruhum? Kimseden medet olmaz zira, bu kertede; herkesin derdi kendi kesesinde… Ruhunu, yüreğini ve vicdanını kesesinde tutuklu bırakanların kafası da görünmüyor. Başlar ve yürekler cüzdanlara sıkışmış kurtulmuyor. Başlar, zavallı ihtirasların kurbanı… Ölüm başkasının, dert başkasının; acı, ızdırap, çile, zillet hep başkasının. Bana ne diyor asrın egoistleri ve hedonistleri… Hani, hemcins olduğumuz için hemdert olacaktık? Ademoğluyuz ya hepimiz! Thomas Moore’ a hemen bir Ütopia selamı… Doğru, “hemdert olmak” ancak ütopya olabilir zaten… Uyandım mı, uyanmadım mı? Kâbus? Nasıl bir dünyadayız? Yalanın bu kadar hükümran olduğu bir çağ gördü mü fukara insanlık?
“Anlamaz yazısız pulsuz dilekçem/Anlamaz ruhuma geçti bilekçem.” Anlamaz, bütün ömrünü ezmek, kapmak, gasp üzerine kurgulamış ya; neden düşünsün ötekinin de bir canı ve de cananları olduğunu? Düşünmeyenlerin düşüncesizliklerinde savruluyoruz bu fena ve fani dünyada. Milyarlarca insanın daha önce döküldüğü mezarlıklara dökülmeyecekmişiz gibi; nice “mezarlıkları dolduran gök ekinler” yokmuş gibi; derya gibi kabristanlar uzanmıyormuş gibi ufuklarımızda; kötülüklerimize, hinliklerimize, bencilliklerimize, “vur patlasın-çal oynasın” duyarsızlıklarımıza; her biri bizden bir insancık olan hemcinslerimize duyduğumuz/duymadığımız duygusuzluklarımıza; kaptığımız ve kapacağımız parsaların Karununki (sahi Karun kimdi?) yanında sinek kanadı olamayacağının bilinçsizlik denizinde kulaç atmalarımıza; “kul hakkı” dediklerini kuru bir kalıp ve yaldızlı bir kılıfla rüzgarlara kaptırmamıza; “yaradılanı hoş gördük Yaradandan ötürü” diye inleyen gönül mimarlarını bu coğrafyada hiç duymamışçasına bütün yaratılmışlara alabildiğine hoyrat saldırganlığımıza; “komşusu açken, tok yatan bizden değilse” bizim kimlerle ve kiminle olduğumuzu sorgulamayışımıza; “iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına” diye verilen insanlık öğüdünün kenarımızdan geçip gitmesine; “haram lokma” diye bir kavramın lügatlerimizden tamamen yitip gitmesine ve önümüze çıkan her “cukkayı” iç edişimize ve sonrada bunlara “çalınan minare kılıfları” hazırlayışımıza; bir mevsimde kırk kez kılık, kimlik ve görüntü değişimine; bugün yanımdasın, yarın menfaatime uymadın karşımdasın hezeyanlarına; kısa ve orta vadeli içi boş ve anlamsız hedefler için “atılmalara, satılmalara, yalpalamalara” ve “kendince efelenmelere”; “Hakkı ve hakikati savunuyorum” diyerek; haksız ve hukuksuzların önünde secde etme şahsiyetsizliğinin girdabındaki yalancı ve hayali kimliklere; sonrasını, ahirini, End’ini ve Ende’sini düşünmeden ağababaların önünde savrulmalara; kazara gelinmiş “devlet, kamu, ülke” makamlarını yüzüne gözüne bulaştırıp, babasının mülkü zannedip şaşırmalara; her türlü şaklabanlığın itibar gördüğü, hatta Tanrı’sını kaybedenlerin tanrılaştırdığı zavallılıkların alkışlandığı ne cinayetler gördü bu gözler; ne şaklabanlıklar duydu bu kulaklar... Oysa, sonunda hepimizin diyeceği bu değil mi? “Beyhude dolaştım, boşa yoruldum…”
Okuduk ya beraber, okuyoruz ya beraber: Dünyanın zenginliklerinin %80’nini yiyor dünyanın %20’lik efendileri diye… Hatta hep beraber toplandık filmini de izledik ya daha geçen mevsim Anfi-3’te, “Home” dediğimiz yeryüzünün, yani çilekeş ve vefakar yuvamızın karanlıklarını ve ışıklarını gösteren o sahnede… Ne anladık, ne anlıyoruz, ne anlayacağız… Kalan %20’ye dahil olan kara kıtanın kara insanları, dünyanın her tarafının Güneylileri var ya; hani 3 milyarı yoksulluk sınırında olan, 2 milyarı açlık sınırında olan… Hani bir milyar kadarı da sağlıklı içme suyu bulamıyor diye yazmıştı ya “Home” sahnesinde… Oysa bu zalim dengesizlik yeryüzünün her coğrafyasında ve her köşesinde kol gezmiyor mu, eşkıya gibi… Ah güzel şair ne de güzel demiştin gençlik rüzgarlarının fısıltısıyla kulağıma: “Bu taksimi (paylaşımı) kurt yapmaz kuzulara şah olsa; yaşasın kefenimin kefili karaborsa.” Gerçekten de, sen haklıymışsın şairlerin üstadı, gördüm çığlığındaki fotoğrafı bütün uğradığım duraklarda… Kurt dediğin mertliği ile bilinen haysiyetli bir canavar. Ama gerçekten onun bile yapamayacağını insan elbisesi giyenler, yani bizden olanlar ya da bizim gibiymiş gibi yapanlar yapıyor işte… Ben geçenlerde Twitter denen sosyal illette de yazdımdı: Thomas Hobbes namındaki İngiliz filozof amcamız demişti ya “İnsan insanın kurdudur” diye. Bence Hobbes da, kurtlara büyük haksızlık etmiş… Bugün insanların insanlara yaptıklarını, kurtlar hiçbir zaman yapmadı çünkü…
Baksana geldik 21. yüzyıla ve insan kafalarının top mermileriyle koparıldığını (31 Temmuz 2011, Suriye) ve iktidar şehvetinin insanlığı yerle bir ettiğini görmüyor muyuz, canavarlık fışkıran ekranlardan… Öldüren iktidar şehveti, her yerde, her köşede bir canavar gibi insanlığı bekliyor, sürekli kurbanlar üretiyor ve onları yok ediyor… Uygarlık diye bir masal okutuluyor ve uyutuluyor gariban “arabesk” yaşamlar. Uygarlık da, refah da, aroma ve kremada yalnızca “capital” ve “power” sahipleri için bu dünyada… Angaje olamadın mı hep gelişmekte olanın ve geliştirilecek olanın “2. Class”ı olarak tamamlayacaksın nefesini… Küresel yalanlar bir kasırga gibi estikçe genişliyor ve gelip en küçük alanlarda, en küçük ve çaresiz canları yakıyor…
Diyeceksin ki, “Kanunlar büyük sineklerin yırtıp geçtiği, küçük sineklerin takıldığı örümcek ağıdır.” Ben de Germen rüzgarlarıyla kendimi bahtımın kaldırımlarında avuturken yine diyeceğim ki, Anadolu’nun haykırışındaki asaleti unutma: “İncinsen de incitme!”
Ne kadar sarsılsan da, ne kadar kavrulsan da; ucuz promosyonlar için rotasını şaşıran ve yalpalayanlara aldırmadan; en büyük ve sonsuz saltanatın bu sözde saklı olduğunu unutmadan yoluna devam edeceksin: “İncinsen de, incitme!” Yeryüzünde, “Home” sıcaklığında Anadolu’da bir hanede, kardeşlik ve adanmışlık yolunda, Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş gibi… Yeryüzünün her köşesinde her canı yananın can acısını can evimizde hissetmek üzere… Fikir yolculuğunda; empati arayışında; vefa semtinde; yaradılan her cana ve nesneye saygı duyarlılığında… Ramazan yolculuğunda… “Hamuşan” sırrıyla, vesselam!