12 Haziran 2012 Salı

Türkler ve Kürtlerin Birlikteliğini Tarih Emrediyor

Doğunun en Doğusunda; eski Sovyetler yeni Gürcistan sınırında Ardahan’ın bir köyünde dünyaya gelmişim. Bütün genetik kodlarıyla birlikte Doğulu, Kafkasyalı ve yüzde yüz Ahıskalıyım. 1944’te dünyanın gördüğü en büyük katillerden biri olan Stalin’in zulmüyle yeryüzünün bütün coğrafyalarına dağıtılan, bugün dahi birçok coğrafyada kimlik bile verilmeyen (sadece birkaç belgesele bakılırsa ne trajedilerin yaşandığı görülür); şimdilerde kısmen ABD göçmenliği sürecini de yaşayan Ahıskalılardan biriyim işte. Konumuz Ahıskalılar değil, ne yazık ki onların adı bile geçmiyor, ezilenlerin, temel insan haklarından mahrum edilenlerin ve acı çekenlerin içinde… 

Konumuz elbette Doğu ve Güneydoğu’daki acılar, sıkıntılar… Ben de Türkiye’nin bir rengi, yurttaşı ve de sevdalısıyım. Benim dünyaya geldiğim coğrafyada Türk (yerli-terekeme), Kürt, Alevi ve Sünni bütün unsurlar beraber yaşıyor hala… Hala, diyorum çünkü tarihin ördüğü kardeşlik ve bir arada yaşama kültürünü o coğrafyada her türlü girişime rağmen kimse eritemedi. Akrabalarımız oldu, arkadaşlarımız oldu bu farklılıklardan ve kimliklerden… Ve hala da sorunsuz devam ediyor… Kimse hiçbir zaman bunu yadırgamadı, sorgulamadı…

Çünkü bu sosyal kaynaşma ve yaşam, suyun akması, rüzgarın esmesi ya da mevsimlerin değişmesi kadar doğal süreçlerden oluşuyordu. Çünkü, günlük yaşam pratiklerinde, sosyal iletişimde ve etkileşimde kimsenin aklına “öteki” diye bir kavram düşmüyordu…

Türkiye’nin en doğusundaki bu toplum acıyı da, sevinci de, yokluğu da, varlığı da paylaşıyordu. Paylaşmanın, dayanışmanın, birbirine saygının ve birlikte yaşamın neredeyse “kutsandığı” bir coğrafyadan söz ediyorum… Bir “ütopya”yı değil, yaşadıklarımı aktarıyorum…

Oysa, bölgenin adı Cumhuriyet tarihinde hep “mağduriyet” ve hatta “mahrumiyet bölgesi” idi… Nedir mahrumiyet? Yokluk, yoksunluk ve de yoksulluktan başka ne olabilir ki? Neyin yokluğu? Elbetteki ekonomik refahın, eğitimin, sağlığın, sosyal ve kültürel olanakların yokluğu… Herşeyden önce devletin “adaleti”nin yokluğu… Dedem rahmetli “İstiklal Savaşı Gazisi” idi… Devlet dairelerinde çektiği sıkıntıları, eziyetleri nasıl anlatırdı, hala kulaklarımda… O çok ünlü, “tahsildar ve jandarma” eziyetlerini…

Devlet, hiçbir zaman o bölgelerde ekonomik anlamda bir canlılık ve farkındalık oluşturacak “ilgi” göstermediği gibi; gönderdiği memurlar da genelde Batıda istenmeyen, horlanan ve geçimsiz tiplerdi…

Benim ortaokul ve lise yıllarım bile o meşhur ve malum “sürgün öğretmenler”le geçti… Bizim memlekete genelde “sürgüne layık görülmüş” devlet görevlileri gelirdi… Peki, “sürgün psikolojisiyle” gelen devlet görevlisinden vatandaş hak ettiği “duyarlılığı” ve “hizmeti” görebilir miydi? İnsan onuruna yakışır davranışlarla karşılaşabilir miydi?

Elbette hayır! Memleketin büyük bir kesimi elektrik ve telefonla bile Turgut Özal döneminde tanıştı… Yani 1983 sonrasında ışık görebildi, köylerimiz ve kasabalarımız…

Bugün çok önemli altyapı yatırımları başta olmak üzere, bölgede sosyo-ekonomik kalkınma için çok önemli bir “seferberlik” hali mevcut…


Sadece iki örnek vermekle yetineyim: Kars Kafkas ve Ardahan üniversiteleri, bölgenin “ışığı” haline geldi. Ardahan’da muhteşem bir üniversite kampüsü yükseliyor. Kampüs ve benzeri yatırımlar yükseldikçe de bölge insanının özgüveni, umudu ve sevinci artıyor…

Bu yazının konusu elbetteki, çocukluğumu geçirdiğim belirli bir bölgeye (Kars-Ardahan) dair analizler değildir. (Bu değişimi, Mardin’de, Van’da, Şanlıurfa’da, Bingöl’de, Muş’ta da görüyoruz…) Konu şudur: Tasvir etmeye çalıştığım Türkiye’nin önemli ve küçük bir “DOĞU” coğrafyasında bu kadar farklı unsurların hiçbirinin, -bu kadar mahrumiyet ve eziyet yaşadığı halde- “devletine, halkına, komşusuna” silah çekmek ve eziyet etmek aklının ucundan bile geçmemiştir… Her türlü olasılıktan uzak bir konuydu bu… Cumhuriyet tarihinin uzun bir döneminde bu aynen böyle devam etti. Kardeşlik, insanlık, dayanışma...

Çünkü, bu insanlar ne beraber yaşadığı farklı unsurları ne de devleti “öteki” olarak algılamamış, hepsini kendinden bir parça olarak görmüştür. Kötü ve liyakat sahibi olmayan yöneticilerin ve kamu personelinin faturasını devlete ve dahi Türkiye’ye çıkarma yolunu hiçbir zaman seçmemişlerdir. Türk, Kürt, Alevi ve Sünni… Aklınıza gelebilecek bütün unsurların yaşadığı bu coğrafya, adeta bir “mikro ölçekli Türkiye” idi... Ve hala öyle...

Son yıllarda, baş döndürücü değişimin farkında olan hükümetlerle Türkiye’de “devlet”, geçmişteki her türlü hata, baskı, zulüm ve “mağduriyet” üreten politikalarından arınmaktadır ya da “arınma süreci” yaşamaktadır. Her türlü soruna rağmen en azından göreceli olarak böyle bir algı mevcuttur.

Hiçbir süreç hatasız ve yanlışsız değildir. Bu süreçte de hemen hepimize göre birçok yanlış adım sözkonusu olmuştur. Ancak, geçmişle karşılaştırıldığında akla hayale gelmeyecek mesafeler alındığı rahatlıkla belirtilebilir. Devlet, toplumun her kesimine ve köşesine elini uzatmakta, muhatap olmakta ve dertlerine derman olmanın çarelerini araştırmaktadır.

Ancak, son dönemde bu inancımı zayıflatan birçok gelişmenin olduğunun da altını çizmem gerekiyor. Bunlardan birisi de “eyalet yönetimi”ni andıran “büyükşehir belediye reformu” beklentisinin kamuoyunun gündeminde olmasıdır. Bu gelişmeler, 2003 sonrası yaşanan bütün olumlu adımları gölgeleyecek niteliktedir. Yargı ve güncel siyasetin bu gibi netameli konularını şimdilik bir kenara bırakıyorum. İktidarın salim bir kafayla düşünerek bu “yanlış yoldan” döneceğini umuyorum yalnızca…

Türkiye’de “bölücü siyaset”in yükselmesinde bir kısım medyanın ve bazı aydınların rolü küçümsenemeyecek derecede büyüktür. Çünkü, onlar teröristlerin cenazelerine gösterdikleri “duyarlılığı” şehitlerimize, otobüslerde, yurtlarda, dershanelerde yakılan ve öldürülen yurttaşlarımıza göstermediler.

Bu aydınlar, terörist ile Kürt vatandaşlarımızın ayrımını yapmadılar. Teröristlerin ve bağlantılarının bütün eylemlerini Kürtlere mal ettiler. PKK, KCK, DTP, BDP ile bütün Kürtleri özdeşleştirdiler. Bu Kürtlere haksızlık değil midir? Bu ülkenin birliği, dirliği ve geleceği Türkler için ne kadar önemliyse Kürtlerin %90’ı için de o kadar önemlidir. Türk ile Kürt tarih boyunca kader arkadaşlığı yapmamış mıdır?

Mesela geçenlerde bir yazar, “Kürtlere Karşı İran ve Türkiye mi?” başlıklı bir yazı yazmıştı. Bu söylem neyi anlatmaya çalışıyor, izah etmeye zorlanıyorum. Türkiye ne zaman Kürtlere karşı oldu? Türkiye’nin karşı olduğu yalnızca terör örgütü değil midir? Yoksa, yazar olmanın ve “ilgi çekmenin” en önemli “raconu” böyle bir söylem seçmek midir? Bir diğer yazar, herkesin de bildiği gibi “Kürt İsyanı” diye rapor hazırlamıştı. Terör eylemi ne zamandan beri “Kürt İsyanı” diye nitelendirilir oldu? 

Şiddeti, ölümü ve kan akıtmayı yol olarak seçmiş bir terör örgütüne “terör örgütü” bile demeyen ve onu bütün Kürtlere mal ederek, döktüğü kanları kutsayarak yaptıklarına “Kürt isyanı” adını vermek izah edilebilir bir durum değildir. TV’ler, internet medyası ve bütün aydınlar söylemlerini gözden geçirmedikçe otuz yıldır Türkiye’yi meşgul eden bu afet birgün herkesin kapısını çalabilecektir. Bunca ölüm, kan ve gözyaşı hala “yetersiz” görülüyor. “Yaşam hakkı”nın en kutsal bir hak olarak tanındığı, Anayasalarda en başta düzenlendiği bir çağda, ölümü, öldürmeyi ve terörü bu kadar görmezden gelmek, sıradanlaştırmak ve kanıksamak kolay açıklanamayacak bir durum olsa gerektir.

Terör örgütünün siyasal uzantısı, % 6.5 oranında bir oy almıştır. Bu parti nasıl oluyor da, bütün Kürtler adına konuşabiliyor ve nasıl oluyor da aydınlar bu üretilmiş “algıya hizmet eden” yazılar kaleme alabiliyorlar?

Hepimiz ölümü ve öldürmeyi mi alkışlayalım? Terör ve şiddet cephesine destek veren ya da o anlama gelebilecek yazı ve yayınlar durmalıdır. Türkiye’nin terörden de öncelikli sorunu budur! Bu tür hezeyanların neden yayınlandığını hiçbir zaman anlayabilmiş değilim. Çünkü, bugün Türkiye’de derdi, acısı ve hüznü olan her kesimin sorunlarının çözümü için gerekli toplumsal atmosfer ve siyasal irade var… Octavio Paz, Nobel ödülü kazanan “yalnızlık dolambacı” isimli romanında bazı toplumların “ölmeyi kutsayan, yücelten, alkışlayan” bir karaktere sahip olduğunu anlatıyordu.

Şimdi bu zihniyet, o zihniyet işte: “Ölelim, ölsünler…” Sonuç hakkında düşünmek yok, yaşamın kutsallığı üzerine kafa yormak yok. Bu düşünceyi eleştirmeyen, kınamayan; demokratik tartışmayı ve iletişimi yüceltmeyen medya, yazarlar ve aydınlar korosu da bu düşünce sahiplerinden daha büyük zararlar verebiliyorlar ve bana göre daha büyük vebal altında kalıyorlar.

Bütün özgürlükler sonuna kadar, bu ülkedeki her kesimin ve herkesin hakkı! Diyalojik yöntemleri yok ederek ve şiddet yöntemlerini destekleyerek barışın, demokrasinin, hak ve özgürlüklerin, eşitliğin ya da emeğin kavgasını veriyor görünmek hiç de gerçekçi görünmüyor… BDP, bu söylemleri kullanarak göz boyadığını zannetmektedir.

Türkiye’de 30 yıldır kan akıyor. Bu ülkenin yangınını söndüremeyenler başkalarının yangınına koşarak günahlarını unutturmaya çalışıyorlar. Bu ülke 30 yıldır onbinlerce şehit verdi ve hala da vermektedir. Türkiye’nin bütün enerjisini, terör belasını yenmek için seferber etmesi gerekirken “dünyayı kurtarmaya soyunmasını” anlayamıyorum. 


Herkes için demokrasi, herkes için adalet, herkes için barış, herkes için güvenlik, herkes için ekmek, herkes için sağlık, herkes için okul...
İşte o zaman biz büyük Türkiye içinde birbirimize yan gözle bakmadan güçlü bir biçimde yolumuza devam edebileceğiz. 
Herkes teröre karşı olmadıkça, terör can almaya devam edecek ve binlerce yıllık kardeşliğimiz tükenecek...
Bölgeye deneyimli mülki idareciler başta olmak üzere, bütün kamu personelinin en iyileri gönderilmeli... 
Halkın dilini anlayan ve terör örgütünün propagandalarını boşa çıkaran...



Per aspera ad astra!