24 Haziran 2012 Pazar

İYİLİĞİ VE İYİLERİ ORTAYA ÇIKARAN KÖTÜLER...

Zaman zaman değerli meslektaşlarımdan ve okuyucularımdan “benzer sorunları ve duyguları paylaştığımıza dair” yansımalar oluyor… Bugün yine bu “ortak duygu ve düşünceleri” seslendirmek için bir “duygu yolculuğu denemesi” yapmaya çalışacağım…


Hepimiz ölümlü olduğumuzu biliriz… Üzerimize zaman elbisesi geçirilmiş ve birgün bu elbise çıkarıldığında bedenle ruhun yoldaşlığı son bulacak… Bunu da biliriz…

Fakat, yaşarken bunun sonsuz ağırlığının ya da güzelliğinin farkında mıyız? Hayır! Hangi hayat düzeyinde, algı kapasitesinde, sosyal konumda veya durumda olursak olalım; yaşamımızı amansız bir yarışın, hırsın, böbürlenme ve kasılmaların, ayak oyunlarının ve entrikaların kıskacında kuşatılmış durumda hissetmiyor muyuz?

Doğrudan ya da dolaylı olarak “dünyayı ele geçirmemiz” gerektiğini fısıldayan bir “iç ses” var sanki… Durmamızı, düşünmemizi ve sorgulamamızı engelleyen bir ses bu… Şahsiyet, kimlik, karakter ve adamlık bahsinde kaç kişinin karnesi geçer not alır bu toplumda? Herşey makam, mansıp, iktidar, kariyer, nüfuz, rantiye, şantiye ve şöhret için mübah mı?

Zaman elbisesi çıkarıldığında üzerimizden, bu “hırsların” hangi izi kalacak ve sizi hatırlatacak ulaşabildiğiniz gönüllere? Sanıyorum hiçbiri…

***
Büyük şair yüzyıllar öncesinden söylemiş: “Baki (sonsuz) kalan şu kubbede bir hoş sada imiş” Bu kadar basit işte… Kızmak, öfkelenmek, ezmek, çalım atmak, kasılmak, fitne center oluşturmak, bozgunculuk yapmak, insanların haklarını gözünü kırpmadan mideye indirmek, tüyü bitmemiş yetim hakkını bal kaymak gibi talan etmek ve ettirmek, yalakalıklar ve günübirlik şaklabanlıklarla değerlenmek… Bunların hangisi bir insan için “hoş sada” sayılabilir…

Hayat bir “rüya…” Fakat biz onu sonsuz “zan”nediyoruz… Bu zan, bizim ruh ve gönül dünyamızı yukarıda belirttiğim negatif algı, tavır ve davranışlarla ziftleştiriyor… Bu nedenle de biz farkında olmadan hayatımız “zayi” oluyor… Kapkaranlık bir çöle dönüşüyoruz adeta… Sonrasında, hiçbir değer tanımadan hırs ve kibir arenasında raks ediyoruz…

Yllarca gönülleri yıkan, tahrip ve talan edenlerin, bundan büyük bir gurur duyması; yaptıkları düzenbazlıklar, hilebazlıklar, zulümler, aldıkları ahlar ve lanetler ile mest olmaları sanıyorum bu çağa özgü olsa gerek…

Şair: “Nesin sen hakikat olsan da çekil...” “Yetiş körlük, yetiş takma gözde cam” diyor… Çünkü, sizin sunduklarınız hakikat talancılığı… Bu nedenle “körlük daha tercih edilebilir bir durum” mesajı veriyor… Daha nasıl anlatılabilir ki acaba?

***
Ama hayır, yine yanlış bir “söylem” içine girdim! Çünkü, gönül mimarlarının yani iç yolculuğunda derinleşen ve yaşamın hırslarından arınanların seslerine kulak verecektim… Ne yaptım ben yine?

İşte sorun tam da burada: Herkes aslında hakikatin yakıcılığının farkında, ama “içselleştirme” ve onu bir davranış haline getirme sorunu hepimizi “öfke, kızgınlık, sitem, nefret, kin” gibi tutum ve davranışlara sürüklüyor…

Oysa eğer bu hakikati içselleştirebilirsek, yaşamda gerçekten öfkelenecek, kızacak, nefret edecek ve kin duyacak çok az şeyin ve kişinin olduğunu görebiliriz… Sonuçta insanız elbette bu duyguları üzerimizden atmamız imkansız… Ama, mikro düzeye indirgemek olanaklı sanırım…

Çünkü varlık bir diyalektik sunuyor… İyi kötü… melek şeytan… Nemrud İbrahim… Firavun Musa… gece gündüz… siyah beyaz…

Ne için?

“Gerçekliğin, erdemin, iyiliğin, doğruluğun, hakkın ve haklının, zalimin ve mazlumun” ortaya çıkması ve bilinmesi için…

Şimdi, adını, karakterini, kimliğini, varlığını, acılarını, dostluklarını, insani kazanımlarını… Adına her ne derseniz deyin bütün bu insanı insan yapan değerleri, nitelikleri, deneyimleri bir “beklentiye” satanlara “öfkelenmek, kızmak ve kin duymak” mı gerekir yoksa teşekkür etmek mi gerekir?

Ya ihanet korosu kuranlara? Ya bunu kutsal bir yolculuk ve yüce bir erdem gibi sunanlara? Ya düştüğü aşağılık ve parazitolojik yaşam tarzını onur, erdem, kişilik diye pazarlayanlara?

Hayır asla öfkelenmemeniz ve kızmamanız gerekiyor… Aksine içten ve gönülden bir “teşekkür demeti” sunmanız gerekiyor…

Ben söylemiyorum… Bunu, gönülleri varlığın sonsuz güzellikleriyle yıkayan Mevlana söylüyor… (Facebook’da rastladım bu sözlere… Kaynağını da belirteyim).

Buyrun, o halde o büyük sese kulak verelim:

Mevlana der ki:
“Üzülme ve kızma hiç kimseye yaptıklarından dolayı…
Aksine teşekkür et, ihanet edenlere;

Sadakati öğrettikleri için…

Minnet duy yalancılara;

Doğrunun farkına varmanı sağladıkları için…

Mutsuz edenlere dua et;

Mutluluğu daha derin hissettirdikleri için…

Herkesi sev;

Yaşamına iyi kötü bir anlam kattıkları için…

Hayat bu yüzden daha güzel siyahla beyazı FARKETTİRDİĞİ için…


Per aspera ad astra!