22 Mayıs 2012 Salı

ŞARK USULÜ AKADEMİSYENLİK!

Akademisyenler ve akademisyenlikle ilgili öyle öyküler duyuyorum ki, bunlara kayıtsız kalmak olanaksız. Oldukça uzun zamandan beri böyle bir yazı yazmak istiyordum. Bir türlü kısmet olmadı. Toplumun üniversitelere ve akademisyenlere saygısı çok büyük kuşkusuz. Ancak, akademisyenlik de sosyo-ekonomik kalkınmaya paralel olarak gelişme gösteriyor.

Batılılar, bizim sistemdeki yaygın taklitçi akademisyenliğe şark usulü diyorlar. Şark (Doğu) sözcüğü, belirli bir evreden sonra yüzeysellik, kurnazlık, ilkesizlik, parazitolojik yaşamsal atraksiyonlarını anlatan bir kültürel imge olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bir anlamda aşağılama da içeriyor elbette. Genelimiz mi böyle?
Elbetteki hayır!

Evre dediysem, Şark kendi güneşini kaybettikten sonra; yani eskilerin deyimiyle “hikmeti” kaybedip “şark kurnazlığı” ile de anlatılan "sahtekarlık" ile yaşamaya başladıktan sonrayı kastediyorum. Bu zaman dilimi ortalama 1700’lü yılların başı…
Bitti mi? İnanın bitmedi ve bütün haşmetiyle devam ediyor!
Kendi yalan, sözü yalan, yediği yalan, içtiği yalan...
Baştan aşağı yalan ama kendini "hakikat güneşi" olarak pazarlıyor...

***

Akademisyenliğe başladığım yıllar fazlasıyla idealisttim… Ne yalan söyleyeyim, şimdi kısmen devam ediyor… Çünkü; şairin dediği gibi “kendi doğrularım yalnız bıraktı beni, herkesten ve her şeyden önce…” Bütün ilkelerin ve erdemlerin sadece ve sadece kitaplarda olduğunu gün geçtikçe daha yakından gözlemliyorum...
O idealist yıllarda bir yazı okumuştum akademisyenlikle ilgili… Bir dergide yer alan yazının başlığı şuydu:

"Bon pour l'Ori-ent" (Şark için bu kadarı yeterli!)

Batıya akademisyenlik için giden Doğulular, belirli bir yetmezlik düzeyinde  görüldükleri anda diplomalarını alır ülkelerine dönerlermiş. Çünkü, Batılı hocalar dermiş ki “bunlar için bu kadar yeter!” Ne demek bu? "Bu kadarıyla idare etsinler, fazlası bünyeye zarar" gibi bir aşağılama aslında...

A-Z’ye bilgilenmek değil, A-C’ye bir bilgilenme… Derlermiş ki, Doğuluların bir takım formaliteleri öğrenmeleri yeter… Nitelikli ve analitik bilgiye gerek yok… Bu ne anlama geliyor?
“Onların hem kafası basmaz, hem de aman fazla öğrenip de ileriye gitmesinler” anlamına da gelebilir. “Ya da onların bilim diye bir dertleri yoktur” diye de anlaşılabilir. Yorum sizin…

***
Bu makalenin yer aldığı dergide tam da bu sözü haklı çıkarırcasına birkaç karikatür vardı… Bir hoca (muhtemelen profesör) arkadaşına anlatıyor:
-Bu benim asistanım (şimdi profesör ünvanlı asistanlar da çoğaldı ya neyse) çok maharetlidir. Her işi muhteşem yapıyor beni hiç mahcup etmiyor…

Tabii ki, karikatürün bir köşesinde de bir asistan var… Yerde bir leğenin başında ve elinde de bir temizlik bezi var… İşte “şark usulü akademisyenlik” bu demek istiyorlar. Hocasının bürosunun tozunu alıyor… O karikatür 20 yıldır (şimdi 25) gözümün önünden gitmiyor… Karikatür bunları anlatıyordu…
Haksız mı? Orasını bilemem…

Ancak, o makale ve karikatürü haklı çıkaran o kadar çok olay gördüm, duydum ve okudum ki akla ziyan desem yanlış olmaz… Türkiye’de boşuna asistanlar platformu gibi oluşumlar ortaya çıkmıyor…

***
Bir arkadaşım anlatmıştı: Bazı hocalar birlikte çalıştığı insanlara çaycılık, ibrikçilik, peşkircilik, oda temizliği (kül tablası, masa silme dahil), çocuklarının eğlendirilmesi dahil her şeyi yaptırıyorlar…

Üstelik bu asistanların doktora dereceleri, hatta yardımcı doçentlik (hatta ve hatta profesörlük) ünvanları da olsa fark etmeyebiliyormuş… İşin tuhaf yönü ise, bu tarz uygulamalara maruz kalanların bu işten büyük mutluluk duyduklarını bile anlattı arkadaşım… Eh durum bu olunca (ki böyle bir şeyin doğru olabileceğine inanmak istemiyorum), bu genç bilim insanları nasıl bir “rol model”in arkasından gidecekler? Memlekete/millete ne hayırları olacak? Stockholm sendromlu akademisyenler topluluğu mu kurulması gerekiyor?

Gerçekten bu konuda araştırmalar yapılması gerekir. Ancak, çevremde gözlemlediğim bir durumu da paylaşmadan geçemeyeceğim: Hocalarından gördükleri olumsuz davranışları, çırakları onları dahi gölgede bırakacak bir biçimde tekrar edebiliyorlar…

Oldukça trajik ve insanı insanlığından utandıran tonlarca hikaye var. Ancak, bu hikayelere de zamanla yer vermeyi düşünüyorum.

Anlı şanlı profların tek başlarına yaptıkları çalışmaların sayısı iki ya da üç... Kalanı hep o malum "ortak çalışma..."
Yine anlı şanlı profların 1960'lı yılların makalelerini fotokopiyle ders notu yapıp öğrencilere okutmaya çalıştığı gibi inanılmaz hikayeler çok...

***
Bilim, bizde felsefesiz, irfansız/hikmetsiz yapılan bir iş… Buna inancım tam… Çünkü, çoğu kez öğrenci, asistan ve bütün ilintili kişiler “müşteri” olarak görülürken; akademik birimler de “ticarethane” olarak algılanabiliyor. Neoliberal politikaların akademiye sirayet etmesi sanıyorum.

Kapitalizm, herkesin vicdanını, aklını, irfanını, etik değerlerini tamamen tutsak almış durumda… Herşey “müşteri/öğrenci odaklı” bir anlayışla yapılmaya devam ettiği sürece yüzyıllardır aradığımız “yitiğimizi” yani irfanımızı ve hikmetimizi bulamayacağız gibi geliyor bana…

Akademik birimler ticarethane anlayışına teslim edilmemelidir… Biz dahi “Şarklı” olduğumuza göre, akademisyenlik anlayışını “usta-çırak” ilişkisiyle anlatılan o asalete geri götürmemiz gerekiyor…

Hocalar yarışıyor, birimler yarışıyor, üniversiteler yarışıyor… Herşey ne için? Müşteri odaklılık için… Çünkü, ne yazık ki ilköğretimden başlayarak eğitim sistemimizin temel ilkeleri, süreçleri, hedefleri sayısız arızalarla dolu… Her on yılda bir sistem arıyoruz…

***
Birilerinin söylemesine gerek olmadan belirteyim… Konfüçyüs’ün o meşhur sözünü ilke edindim: “Bilgiye sahip olarak doğmuş birisi değilim; yalnızca öğrenmeyi ve öğretmeyi seviyorum…” 
“Oldum” demeyen; ancak “olma arayışında” bir insan olma çabasındayım…

Varlığın koordinatlarını ararken (a.alatlı); ucuza teslim olmayan; üç-beş kuruşluk beklentilere satılmayan; yaşamın nihayetinde yerin altının da olduğunu ve orada hakikatin yakıcılığı ile karşılaşılacağını da unutmayan; yeryüzünde durmadan pişmek gerektiğini hep hatırlayan; kötünün ve kötülüğün karşısında asla eğilmeyen; bilimi kutsal bir yolculuk olarak gören; iyilik üretmeye ve iyilerin yanında olmaya çalışan; kendisinden önceki iyilerden öğrenen; kötülerin semtinden iblisten kaçar gibi kaçan; kutsal değerleri korkuları, beklentileri, çıkarları için kullanan ve her türlü fırıldaklığı sergileyenleri acıyarak seyreden; insanların emeğinden ve adından geçinerek başarı merdivenlerini hızla tırmanan kimlik ve vicdan fukaralarını, kibir budalalarını asla aklından çıkarmayan; insanların hakkına tereddüt etmeden el uzatanlara eliyle, diliyle olmadı kalbiyle “karşı durmaya” çalışan ve dolayısı ile yeryüzü yolculuğunda “en onurlu” varlık olan insanı/insanları arayan bir birey olmak ya da olabilmenin peşinde olmak… 
Özetleyebildim sanıyorum…

Per aspera ad astra!