14 Nisan 2012 Cumartesi

ŞEHİTLERİNİ VE MEHMETÇİĞİNİ UNUTMA TÜRKİYE!


İki yüzlü, hatta çok yüzlü bir toplum olma yolunda binbir maharetle ilerliyoruz. Görmek istediklerimiz ve istemediklerimizle bu “çok yüzlülük” gittikçe kendini gösteriyor.

Bir tarafta kahraman (!) politikacılarımız, diğer tarafta üstü örtülmeye çalışılan acılarımız. Bir tarafta kahraman (!) politikadan beslenen politikacı, bürokrat, aydın, akademisyen v.b. Diğer tarafta bu ülkede ne için olduğunu bir türlü çözemediğimiz bir “etnik fitne”de şehit olan onbinlerce askerimiz, polisimiz, kamu görevlimiz, vatandaşımız… Kınalı kuzularımız…

İki askeri için dünyayı ayağa kaldıran minik devletler ve 10 binlerce şehidinin hesabını soramayan Türkiye! (Devlet olmak 30 yıllık bir sabır gerektirir mi? Ne tuhaf her şeyimiz…)

***

Filistin için duyarlılığımızı gösteriyoruz, “one minute” çekiyoruz dünyaya, herkesin haddini bildiriyoruz…

Eyvallah, çekelim zira Filistin de yaralarımızdan biri… Çok önemli bağlarımız var, inkar edilemez… Aynı inanç ve kültür coğrafyasında yaşıyoruz…

Suriye için “Eyy Beşşar, haddini bil alırım anahtarını” tarzında efeleniyoruz… Savaşa ha girdik, ha giriyoruz…

Suriye tamam da, o ateşin o kadar yükselmesinde payımız yok mu? Ve bugün Yemen’de de 25 kişi öldürüldü… Oraya da biz mi koşacağız? Var mı o gücümüz?

“Komşularımızla sıfır sorun” diye yola çıktık… Sorunumuz olmayan yakın ve uzak komşumuz kalmadı… Stratejik derinliklerde boğulduk… Kimin adına? Ne için?

Suriye’deki, Irak’taki ya da bilmem hangi coğrafyadaki bir katliama ve cinayete kayıtsız kalamayız elbette… Kayıtsız kalmak bizim genetik kodlarımıza uymaz…

Zira, biz merhamet milletiyiz, merhamet ülkesiyiz, merhametin tarihiyiz…

Dünyanın neresinde acı ve zulüm varsa; dünyanın neresinde yangın varsa koşmak boynumuzun borcu…

Ancak, “demokrasi ve insan hakları” diye gelen sömürgeci kuvvetler, milyonlarca insanı katletti; onurunu ve namusunu yerle bir etti Irak’ta ve arkasında da hem etnik fitneyi hem de mezhep fitnesini bıraktılar… Hala hergün 50-60 kişi öldürülüyor… Tunus, Libya, Mısır… Kan akmaya devam ediyor… Biz yangına körükle koşuyoruz… Bazı aklı evvel ve acar muhafazakar yazarlarımız da, bazen İran, Bazen Suriye ve bazen de İsrail eksenli karmaşada; insanlık dersi vermeye çalışıyorlar… Bir taraftan da Türkiye’de bölücülüğü kaşıyorlar…

***

Daha önce de yazdığım gibi kendi eviniz yanıyorken başkalarının evinin yangınına koşmak acaba nasıl bir duygudur?

“Önemli değil bizim ev yansın, bir tane daha yaparız, komşunun yangınını söndürelim” demek, diyebilmek acaba mümkün müdür?

Türkiye 300 yıldır “yangın yeri…” Ama, Türkiye son 30 yıldır alevlerin göklere yükseldiği ve bir türlü söndürülemeyen bir “yangın yeri…”

Bu yangının içinde hergün evlatlarımız yanıyor… Gencecik fidanlarımız, o yangının kurbanı oluyor… Neredeyse her ay, her gün, her an “şehit haberleri” düşüyor napalm bombası gibi yüreklerimize…

Fakat, hükümetlerimiz, büyük büyük askeri kurumlarımız, bürokrasimiz, Mavi Marmara kahramanı (!) gibi sivil toplum örgütlerimiz bu yangına adeta kayıtsız… Başkalarının derdine yoğunlaştığımız kadar, kendi acılarımıza yoğunlaşamıyoruz…

Filistin için efelenen, Suriye için şahlanan Türkiye, hemen dibindeki Kandil denen şer ocağını söndürmek için o kadar çaba göstermiyor…

Gösterse, 30 yıldır bir irade ortaya konulurdu ve Türkiye’nin bu yangını sönerdi… Çünkü, çoğu bir evin bir delikanlısı olan şehitlerin toprağa düşmesi, çok “sıradan bir olay” gibi algılanıyor…

Eğer böyle algılanmamış olsa, şimdiye kadar içeride ve dışarıda bu şer odağının bütün uzantıları kurutulurdu… Sorun neyse çözülürdü…

Filistin’de ve Suriye’de katledilenler kadar değeri yok mu benim mehmedimin, askerimin, polisimin?

Bizim için şehit olan bu gencecik kahramanlar, o kadar ilgi ve duyarlılığı hak etmiyor mu?

Son şehitlerimizden, fidanlarımızdan, canlarımızdan birinin babasının sözleri yüreğinize neden bir bomba gibi düşmez, parçalamaz, yakmaz: “Asker olmak ve oğlumun intikamını almak istiyorum…”

Onbinlerce baba bunu söylüyor, onbinlerce ana hayatını yasa ve mateme boğmuş bunu sayıklıyor…

Elbette “devlet olmak” cani ile masumu ayırmak demektir… Devlet, olmak olur olmaz “intikam” elbisesini giymek demek de değildir…

Devlet olmak diplomasi demektir, barış dilini kullanmak da demektir…

Ama bu nasıl devlet olmak ki, 30 yıldır kanımız akıyor, canımız yanıyor, ocaklarımız sönüyor… Ve biz komşularımıza gösterdiğimiz duyarlılığı kendi evlatlarımıza gösteremiyoruz… Biz kimiz Allah aşkına, biz ne olduk? Nasıl bu yangına bu kadar duyarsız kalabiliyoruz?

***

Türkiye, yakın dönemlere kadar vesayet, darbe, ve yoz ayrımcılık süreçleri yaşadı… 12 Eylül 2010 Referandumu ile bu millet bu tür gelenekleri tarihe gömdü…

Millet gömdü, başkası değil…

12 Eylül 2010, Türkiye’nin uzun ve karanlık bir döneminin kapanışı; aydınlık ve demokratik bir Türkiye’nin doğuşunun tarihidir ve bir başkaldırıdır.

Ancak, elbette yalnızca bu yönde bir “umut kapısı” açılmıştır. Milletin bu büyük iradesinin, milletin yararına kullanılıp kullanılamayacağını zaman gösterecek…

Şurası kesin ki, bu büyük başkaldırının nimetlerinden millet değil, bir grup “yakın ilişkiler uzmanı” yararlanıyor…

Acılarımız artmaya, yaralarımız kanamaya devam ediyor… Kader herkesin dersini en muazzam bir biçimde verir… Milleti uyutanlar, ergeç kaderden de milletten de gerekli cevabı alırlar…

Her zaman birileri birtakım süreçlerden beslenirken, semirdikçe semirirken, kibirlendikçe kibirlenirken; olan çaresiz ve saf Anadolu insanına oluyor vesselam!

Uyan Türkiye! Şehitlerine sahip çık! Bu ezeli ve ebedi kardeşliğini bitirmek isteyenlere gerekli dersi ver… Bu ülke insanının etnik kökeni, mezhebi, ideolojisi ve düşüncesi ne olursa olsun sonsuza kadar birlikte yaşama azminde olduğunu göster ve bu fitne ateşini söndür!

Başka çare yok!

Ağlamak vaktidir! “Ağlayın, su yükselsin belki kurtulur gemi…”



Per aspera ad astra!