“Her kuşun yiyeceği kendi
büyüklüğüncedir.” Mevlana
Dünyayı bütün olarak sana verseler, yiyebileceğinden fazlasını yiyemezsin. İhtiyacından fazlası azap olarak yansır yaşamına. Ama ihtiyaçların sınırı yoktur değil mi, hırs ve kibir ile hasta olanlara.
Nedir peşinde olduğumuz? İnsan neyi
arıyor yeryüzü yolculuğunda? Bilginin, bilimin zirvede olduğu bir çağda insanı
mutlu edecek olan nedir? Teknolojik zehirlenme (Techno Toxication)
insanları düşünemez hale getirmişken, nasıl düşünecek ve nasıl kendini bulacak
bahtsız kalabalıklar? Esas/öz olan nedir? İkincil önemdekiler nelerdir şu
yaşamda? “Aşk imiş her ne var ise âlemde
(evrende), ilim bir kiyl-ü kâl (kuru bir dedikodu) imiş ancak” demiş Fuzuli. Sevginin
ulaşamadığı beton yüreklere aşk, merhamet, yardımlaşma, vicdan nasıl
anlatılabilir? İnsanlık her devirde karanlığı ve aydınlığı birlikte yaşadı.
Bazı devirler diğerlerinden daha aydınlık, bazıları ise daha karanlıktı… Günümüz
insanı “bilgi bombardımanı altında” ve bu sayede de karanlıklarda… Muazzam
çelişki! Günümüzün karanlığı önceki çağlardan daha acımasız. Çünkü, her şeyi
bilerek (!) hiçbir şeyi anlayamadan ışık
hızında terk ediyoruz, ağlayarak başladığımız yaşamlarımızı. Bu acımasız tüketim
çağında, insan Mankurtlaşarak tükeniyor, tüketiyor… Toplum makinesinin
dişlileri arasında kalmış, çırpınıyor herkes. İçsel yolculuklar yapmak çok zor artık. Herbert
Marcuse “Günümüz insanı yaşamıyor, yalnızca kendi yaşamını izliyor” diyeli
neredeyse yüz yıl olmuş. Evrendeki koordinatlarımızı ve zihinsel yolculuğumuzu,
durup düşünemiyoruz bile. Yüzyılın bahtsızları milyarlarca… Teknoloji mutluluk
getirmiyor, göreceli olarak yaşamı hızlandırıyor ve kolaylaştırıyor yalnızca. “Görünme ve gösterme
virüsü” bütün zihinleri ele geçirmiş.
Cemil Meriç’in dediği gibi yaşam alanlarında
rastlanamayan “iyi insanlara” kitaplarda rastlanıyor. Çünkü, yine Meriç’in
deyimiyle homo faber (teknolojiye hükmeden/teknik insan), homo moralisi (etik
insanı) yenilgiye uğrattı. Homo moralisin nasıl yanında duracağız? Böyle bir
olanak var mı, bu korkunç savrulmalar içinde? Farklı boyutlarda yaşanan iç
sıkıntıları ve karanlıkların içinde kitapların aydınlığına sığınmak, insanın
hüzünlendirici öykülerinin yeryüzünün bütün coğrafyalarında ve tarihin bütün
zamanlarında aynı olduğunu gösteriyor. Türk, Rus, Fransız, Alman, Amerikan,
Hint, İngiliz edebiyatından okumalar yaptığınızda bunu kolaylıkla görüyorsunuz.
Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş, Ahmet Yesevi gibi gönül
zenginleştirenler bir yanda, Sokrates, Platon, Aristo, Balzac, Nietszche,
Goethe, E. Fromm, C. Meriç gibi zihin zenginleştirenler bir yanda… Ama yaşanmışlıklar, kimseye en küçük ölçekte bile ders olmuyor. İyilik ve kötülük hep tekrarlanıyor... Dili, dini,
rengi, sınıfı farklı olsa da hepsinin anlattığı yalnızca “insan” ve onun
dramatik yolculuğu… Coğrafya, ırk, dil, din, kültür değişse de, yazgı
değişmiyor. Kabil ile Habil, insanlığın başlangıcına kan bulaştırmanın öyküsü. Kardeşin
kardeşe düşmanlığı, değişmez bir yazgı gibi. Bu öykü, ne yazık ki yer yüzünün
her köşesinde her an tazelenmekte. Güç tutkusu, kıskançlık, aşksızlık,
sevgisizlik…
Karanlıkları aydınlatan gönül
mimarları insanlık tarihinde hep olmuştur. Bunların içinde Mevlana’nın güneşi bir
başka. Yüzyıllar sonra, yeryüzünün birçok coğrafyasında kalplere ışık olduğu
gibi, Erich Fromm gibi düşünürlere de esin kaynağı olan bir güneş Mevlana. Dünya
zindanını, beden zindanını, insanlığın içinde debelendiği zindanları öyle güzel
betimliyor ki Mevlana, farkında olmadan bir iç yolculuğuna çıkıyor, varlık
evreni içinde kendinize yöneliyorsunuz. Mevlana’nın Mesnevisi insanın, ruhun,
canın ve dahi canların hikayelerinden oluşuyor. Et ve kemiğin değil, özün; et
ve kemikten sıyrılabilenin; et ve kemikten sıyrıldıktan sonra da, “var olacak
olan”ın, yani ruhun, yani “canların” hikâyesi. Özgürlüğe kavuşan “canlar.”
Dünyadan, bedenden, altın ve gümüşten, kibir ve gururdan geçerek özgürlüğü
yaşayabilenlerin hikâyesi.
Diğer yandan Erich Fromm’un Sevme Sanatı ve Özgürlük Korkusu gibi kitapları, modern insanın içinde bulunduğu açmazları, karanlıkları, sevgisizliği, sadizmi ve mazoşizmi (kendine tapınma ve başkalarına tapınma) bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyması, bir anlamda Mevlana’nın anlattıklarının farklı bir yansıması. Hatta insanın onulmaz yalnızlığını anlatırken Mevlana’dan alıntılar yapması, insanın sevgide, gönülde, canda buluşması gerektiğini anlatıyor. “Doğruya ve iyiye adres sormamak gerektiğini” düşünenlerdenim. Önyargı duvarlarını aşabilenler, toplumsal yaraların onarılmasına katkı sunabilirler. Yaşamı anlamlandırabilmek için yaşanmışlıklardan, öğrenilmişliklerden devşirebilmek, gönül ve ruh yaralarına yorumlar üretmeye çabalamak…
Diğer yandan Erich Fromm’un Sevme Sanatı ve Özgürlük Korkusu gibi kitapları, modern insanın içinde bulunduğu açmazları, karanlıkları, sevgisizliği, sadizmi ve mazoşizmi (kendine tapınma ve başkalarına tapınma) bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyması, bir anlamda Mevlana’nın anlattıklarının farklı bir yansıması. Hatta insanın onulmaz yalnızlığını anlatırken Mevlana’dan alıntılar yapması, insanın sevgide, gönülde, canda buluşması gerektiğini anlatıyor. “Doğruya ve iyiye adres sormamak gerektiğini” düşünenlerdenim. Önyargı duvarlarını aşabilenler, toplumsal yaraların onarılmasına katkı sunabilirler. Yaşamı anlamlandırabilmek için yaşanmışlıklardan, öğrenilmişliklerden devşirebilmek, gönül ve ruh yaralarına yorumlar üretmeye çabalamak…
Sevgisizlik, zulme dönüşüyor yeryüzünün bütün
köşelerinde. Kendini sevmeyenler, kimseyi sevemiyor. “Sevgiyi” keşfetmek
herkesin harcı değil. Kendini, ötekini, bütün varlıkları sevebilse insan,
yeryüzü daha yaşanılabilir bir yer olabilir. Kendisiyle, ötekiyle, bütün canlılarla ve kısacası “insanla ve her varlıkla” barış içinde
yaşayabilenler, umutsuz insanlığın umudu olacaklardır. “Ben iken biz olanlar”,
“ham iken pişenler”, “cahil iken bilenler”, “görmez iken görebilenler”, arınma yolunda
olacaklardır.…
İlahi
aşk, insani aşk… İnsani aşk, ilahi aşk… Kapı aynı, kaynak aynı… Hepsi insanın
yürek ülkesinde…
Akıllı teknolojilerin köleleri, tutsakları, robotlaştırdıkları insanlar, hemcinslerimiz, biz… Nurettin Topçu, 1960’lı yılların insanlarını tanımlarken “makinenin zavallı köleleri” diyordu. Şimdi ise insanlar Gülten Akın’ın dediği gibi “durup ince şeyleri anlamayanlara” dönüşüyorlar, dönüşüyoruz. Onlara/kendimize nasıl ulaşabiliriz ki? Herkese ve herşeye yabancılaştığımız gibi, kendimize de yabancılaşıyoruz. Artık, “düşünemeyen insanlar”ın giderek arttığı, kitap okumanın istisnadan sayıldığı, bambaşka dertlerin insanı kuşattığı bir çağda sevgiden, aşktan, “insan”dan söz etmek öylesine güç ki, “dünya nüfusunun hızla arttığı, insan sayısının ise giderek azaldığı” bir insanlık evresini yaşarken Mevlana’yla, gönül ve düşünce adamlarıyla nefes alabilenlerin sayısının artmasını diliyorum. E. Fromm’un “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü bütün olanların, öykülerin, dramların tercümanı bir anlamda.
Öğretmenim Mori İle Salı Buluşmaları filminden bir alıntıyla bitirelim: Dünyayla doymayanların anlayacakları şeyler değil bunlar.
Bela yağmur gibi gökten yağarsa,
Başını ona tutmaktır, adı aşk.
Bu âlem sanki oddan (ateşten) bir denizdir,
Ona kendini atmaktır, adı aşk.
Eşrefoğlu Rumi