19 Ekim 2014 Pazar

Herkese Saltanat veya Cumhuriyet Kurma Olanağı Var mı?

“Doğa Durumu”na Dönüş veya Atomizasyon

“Doğa durumu” (State of Nature), felsefede, siyasal düşünceler tarihinde ve yönetimin evrimiyle ilgili açıklamalarda sıkça kullanılan bir tanımlamadır.
“Doğa durumu” devletin, otoritenin ve toplumsal düzenin var olmadığı dönemleri anlatır.
Birçok düşünür “doğa durumunu” barışın ve güvenliğin olmadığı bir durum olarak da tanımlamaktadır.
Rousseau ise, doğa durumunu “barış” durumu olarak görüyor.
Doğa durumunu “savaş, çatışma, kargaşa” olarak görenlerin başında ise, devleti Leviathan (ejderha, su canavarı) olarak tanımlayan Hobbes geliyor...
Asıl anlamını da Hobbes’la birlikte buluyor. “Doğa durumu”, “devletin olmadığı” bir zamanı anlatıyor...
Doğa durumunda ne var?
Anarşi ve kargaşa var... Düzensizliğin hakimiyeti var...
Ne yok?
Devlet yok, güvenlik yok... Kuvvetlinin “haklı” olduğu bir “durum” söz konusu...
Doğal seleksiyon yasalarının hakimiyeti var: Güçlü olan yaşıyor, zayıf olan ayıklanıyor...
Peki, nasıl oldu da “devlet” ya da “kamu düzenini sağlayan güç” ortaya çıktı?
Hobbes, bu tarihsel dönüşümü şöyle açıklıyor:
“İnsanları barışa yönelten duygular şunlardır: Ölüm korkusu, rahat bir
hayat için gerekli şeyleri elde etme arzusu ve çalışarak onları elde etme
umudu. Akıl insanların üzerinde anlaşabilecekleri uygun barış şartlarını
gösterir. Bu şartlara doğa yasaları da denilir.”
Çünkü, doğa yasaları güce dayalıdır. Güçlü olanın belirleyiciliği baskındır...
O halde zayıfları, güçsüzleri ve toplumsal düzeni kim koruyacaktır?
Cevap: Elbetteki güçlü bir “devlet.” Bu devletin gücü nereden kaynaklanıyor? elbette hukuktan...
Devlet yoksa ne var? Tek tek güçlü olmaya çabalayan kabileler, aşiretler, klanlar ve sınıflar var...
Elbette bunlarında sürekli olarak kendi aralarındaki savaş ve kıyım var..
***
Devletlerin kaderine baktığımız zaman, 20. yüzyılın başlarına kadar monarşilerin ve  imparatorlukların hakim olduğunu biliyoruz...
Fransız Cumhuriyetleri de 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar kan ve kargaşadan başka bir şey getirmemiştir.
İmparatorlukların çözülüşü ulus devletleri ve cumhuriyetleri çoğaltmıştır.
Bir anlamda, geniş ve büyük imparatorluklardan ve devletlerden küçük (bazen birkaç yüzbin nüfusa sahip) devletlerin kurulması söz konusu olmuştur.
İmparatorluklardan ULUS devletler türemiştir...
ULUS devletlerden federasyon düzeninde “minik devletimsiler” türemiştir... 
Bunlar da yetmemiştir...
Devletler, bölüne bölüne neredeyse “kabile”, “aşiret” ve “feodal” döneme geri dönüşü anımsatacak bir sürece gelinmiştir... Avrupa ve başka bölgelerde yapılan tartışmalar, rahatsız edici boyutlara ulaşmaktadır, zaman zaman.
Bu tezi doğrulayacak en önemli örnekler “federal” devletlerdir...
Bölünmeyi ve atomizasyonu meşrulaştıran ve bir ulusal kimlik altında, küçük kimlikleri devletleştiren sistemler olarak “federal” yapılar, bu bölünme ve parçalanma krizine çözüm olarak ortaya çıkmışlardır...
İspanya, Belçika, İtalya ve Almanya’da bazen çok yüksek perdeden, bazen de cılız bir sesle “ayrılma” ve yeni bir “devlet” olarak ortaya çıkma “homurtuları” eksik olmaz... Ancak, demokrasinin ve zenginliğin avantajları bu sorunları çok da büyütmez…
***
Türkiye’ye gelince, Türkiye bütün dünyaya birliğin, beraberliğin, hoşgörünün ve saygının egemen olduğu bir geçmişin mirasyedisi durumunda...
Müslüman ve gayri müslim birçok unsurun yüzlerce yıl çatısı altında yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu, ardında onlarca devlet bırakmıştır...
Türkiye, 600 yıllık saltanat rejiminden sonra 23 Nisan 1920’de bütün Anadolu unsurları ile “Türkiye” adına ve ülkesine doğru yola çıkmış ve 1923’te de Cumhuriyet olmuştur...
Aynı unsurlarla kurulan Cumhuriyet, aynı unsurlarla bir arada yaşamayı başaramamış görünüyor...
Burada belirtilmesi gereken hem “unsurlarda” önemli arızaların olması, hem de bu unsurları bir arada tutan “iradede” zaman zaman önemli arızaların ortaya çıkması...
Bunlar elbette tamir edilebilir arızalar, ama...
Ama, Türkiye’de daha önemli ve tehlikeli hastalık: Genel olarak her kurum, kuruluş; her oluşum lideri, parti lideri, sendika lideri, yerel yönetici veya bazı merkezi yönetim kuruluşlarının yöneticileri kendi saltanatı veya cumhuriyeti peşinde koşmasıdır...
İlk bakışta belki hiçbiri böyle değildir, ancak bu saltanatlar “maskelenmiştir.”
“Olur mu öyle şey? diyebilirsiniz...
Olur, olur...
Etrafınıza dikkatlice bakınız: Yalnızca etnik, dini, laik, ırkçı v.b. nedenlerle güç peşinde koşanların çıkardığı kaos mu var?
Hayır, önemli yetkileri olan herkes neredeyse “demokratik kılıflar altında” kendisine bir saltanat veya cumhuriyet kurmuş bile...
Cumhuriyet, demokrasi, hukuk devleti, halkçılık v.s. bunların hepsi yalnızca “kılıf, maske, manipülasyon, görüntü...”
Bu saltanatların yalnızca adı,  “devlet” değil...
Fırsat bulurlarsa hepsi de devletini ilan edecek neredeyse....
Evet, abarttığımın farkındayım... Ama, anlatmak istediğim kendini çok ağır bir biçimde hissettiren bir "yönetim tutkusu"dur. 
***
Yazının başında belirttiğim gibi birliğe ve birlikteliğe gitmenin kavgasını verirken uygarlıklar, bizde “doğa durumuna” dönüş eğilimleri giderek güçleniyor...
Siyasi partiler arenasına bakarsanız, ne dediğim daha kolay anlaşılır...
Aynı çizgide 8-10 parti...
Neden?
Yaşasın lider saltanatı!...
İktidar olmazsanız da, “parti liderliğinin de tadına doyum olmuyor” ki…
Siyasi literatürümüz “Muhterem babamın partisi!” söylemini de arşivlerine kaydetti, hatırlayalım!...
Parti içi demokrasi olmadan, ülkede demokrasi beklemek hayalden öteye gitmez...
***

Memlekette koltuklar olağanüstü değerli, prestijli, vazgeçilmez, devredilmez, dokunulmaz özelliklere sahip ki, modern demokrasilere dönüp bakamıyoruz.
Bakıp da demokrasinin  katılım, değişim, çok aktörlülük, gençlere yer açma, ortak akıl gibi güzelliklerle yürüdüğünü göremiyoruz...
Her gurubun, kesimin, etnik unsurun özerklik peşinde koşması, sonra onların da ayrışması... atomizasyon ve doğa durumuna dönüş...
Umarım birlikte, çoğulcu demokrasiyle, hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı ile özgür bireyler olarak yaşamayı başarabiliriz...
Per aspera ad astra!