“Doğa Durumu”na Dönüş
veya Atomizasyon
(Bu yazı 2010 yılında YURTTAŞSIZ DEMOKRASİ isimli kitapta yayınlanmıştır. Bazı küçük düzeltmeler yapılmıştır.)
|
“Doğa durumu” devletin, otoritenin ve toplumsal düzenin var
olmadığı dönemleri anlatır.
Birçok düşünür “doğa durumunu” barışın ve güvenliğin olmadığı bir
durum olarak da tanımlamaktadır.
Rousseau ise, doğa durumunu “barış” durumu olarak görüyor.
Doğa durumunu “savaş, çatışma, kargaşa” olarak görenlerin başında
ise, devleti Leviathan (ejderha, su canavarı) olarak tanımlayan Hobbes
geliyor...
Asıl anlamını da Hobbes’la birlikte buluyor. “Doğa durumu”, “devletin olmadığı” bir zamanı anlatıyor...
Doğa durumunda ne var?
Anarşi
ve kargaşa var... Düzensizliğin hakimiyeti var...
Ne yok?
Devlet
yok, güvenlik yok... Kuvvetlinin “haklı” olduğu bir “durum” söz konusu...
Doğal seleksiyon yasalarının hakimiyeti var: Güçlü olan yaşıyor, zayıf olan ayıklanıyor...
Peki, nasıl oldu da “devlet” ya da “kamu düzenini sağlayan güç” ortaya
çıktı?
Hobbes, bu tarihsel dönüşümü şöyle
açıklıyor:
“İnsanları barışa yönelten duygular
şunlardır: Ölüm korkusu, rahat bir
hayat için gerekli şeyleri elde etme
arzusu ve çalışarak onları elde etme
umudu. Akıl insanların üzerinde anlaşabilecekleri uygun barış şartlarını
gösterir. Bu şartlara doğa yasaları da denilir.”
Çünkü, doğa yasaları güce dayalıdır. Güçlü
olanın belirleyiciliği baskındır...
O halde zayıfları, güçsüzleri ve toplumsal
düzeni kim koruyacaktır?
Cevap: Elbetteki güçlü bir “devlet.” Bu devletin gücü nereden kaynaklanıyor? elbette hukuktan...
Devlet yoksa ne var? Tek tek güçlü olmaya
çabalayan kabileler, aşiretler, klanlar ve sınıflar var...
Elbette bunlarında sürekli olarak kendi
aralarındaki savaş ve kıyım var..
***
Devletlerin kaderine baktığımız zaman, 20.
yüzyılın başlarına kadar monarşilerin ve imparatorlukların hakim olduğunu
biliyoruz...
Fransız Cumhuriyetleri de 20. yüzyılın
ikinci yarısına kadar kan ve kargaşadan başka bir şey getirmemiştir.
İmparatorlukların çözülüşü ulus devletleri
ve cumhuriyetleri çoğaltmıştır.
Bir anlamda, geniş ve büyük
imparatorluklardan ve devletlerden küçük (bazen birkaç yüzbin nüfusa sahip)
devletlerin kurulması söz konusu olmuştur.
İmparatorluklardan ULUS devletler türemiştir...
ULUS devletlerden federasyon düzeninde “minik devletimsiler”
türemiştir...
Bunlar da yetmemiştir...
Devletler, bölüne bölüne neredeyse
“kabile”, “aşiret” ve “feodal” döneme geri dönüşü anımsatacak bir sürece
gelinmiştir... Avrupa ve başka bölgelerde yapılan tartışmalar, rahatsız edici
boyutlara ulaşmaktadır, zaman zaman.
Bu tezi doğrulayacak en önemli örnekler
“federal” devletlerdir...
Bölünmeyi ve atomizasyonu meşrulaştıran ve
bir ulusal kimlik altında, küçük kimlikleri devletleştiren sistemler olarak
“federal” yapılar, bu bölünme ve parçalanma krizine çözüm olarak ortaya
çıkmışlardır...
İspanya, Belçika, İtalya ve Almanya’da
bazen çok yüksek perdeden, bazen de cılız bir sesle “ayrılma” ve yeni bir “devlet”
olarak ortaya çıkma “homurtuları” eksik olmaz... Ancak, demokrasinin ve
zenginliğin avantajları bu sorunları çok da büyütmez…
***
Türkiye’ye gelince, Türkiye bütün dünyaya
birliğin, beraberliğin, hoşgörünün ve saygının egemen olduğu bir geçmişin mirasyedisi
durumunda...
Müslüman ve gayri müslim birçok unsurun
yüzlerce yıl çatısı altında yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu, ardında onlarca
devlet bırakmıştır...
Türkiye, 600 yıllık saltanat rejiminden
sonra 23 Nisan 1920’de bütün Anadolu unsurları ile “Türkiye” adına ve ülkesine
doğru yola çıkmış ve 1923’te de Cumhuriyet olmuştur...
Aynı unsurlarla kurulan Cumhuriyet, aynı
unsurlarla bir arada yaşamayı başaramamış görünüyor...
Burada belirtilmesi gereken hem
“unsurlarda” önemli arızaların olması, hem de bu unsurları bir arada tutan
“iradede” zaman zaman önemli arızaların ortaya çıkması...
Bunlar elbette tamir edilebilir arızalar,
ama...
Ama, Türkiye’de daha önemli ve tehlikeli
hastalık: Genel olarak her kurum,
kuruluş; her oluşum lideri, parti lideri, sendika lideri, yerel yönetici veya bazı merkezi yönetim kuruluşlarının yöneticileri kendi saltanatı veya cumhuriyeti peşinde koşmasıdır...
İlk bakışta belki hiçbiri böyle değildir, ancak bu
saltanatlar “maskelenmiştir.”
“Olur mu öyle şey? diyebilirsiniz...
Olur, olur...
Etrafınıza dikkatlice bakınız: Yalnızca
etnik, dini, laik, ırkçı v.b. nedenlerle güç peşinde koşanların çıkardığı
kaos mu var?
Hayır, önemli yetkileri olan herkes
neredeyse “demokratik kılıflar altında”
kendisine bir saltanat veya cumhuriyet kurmuş bile...
Cumhuriyet, demokrasi, hukuk devleti,
halkçılık v.s. bunların hepsi yalnızca “kılıf, maske, manipülasyon, görüntü...”
Bu saltanatların yalnızca adı, “devlet” değil...
Fırsat bulurlarsa hepsi de devletini ilan
edecek neredeyse....
Evet, abarttığımın farkındayım... Ama, anlatmak istediğim kendini çok ağır bir biçimde hissettiren bir "yönetim tutkusu"dur.
***
Yazının başında belirttiğim gibi birliğe
ve birlikteliğe gitmenin kavgasını verirken uygarlıklar, bizde “doğa durumuna”
dönüş eğilimleri giderek güçleniyor...
Siyasi partiler arenasına bakarsanız, ne
dediğim daha kolay anlaşılır...
Aynı çizgide 8-10 parti...
Neden?
Yaşasın lider saltanatı!...
İktidar olmazsanız da, “parti liderliğinin
de tadına doyum olmuyor” ki…
Siyasi literatürümüz “Muhterem babamın
partisi!” söylemini de arşivlerine kaydetti, hatırlayalım!...
Parti içi demokrasi olmadan, ülkede demokrasi beklemek hayalden öteye gitmez...
***
Memlekette koltuklar olağanüstü değerli, prestijli, vazgeçilmez, devredilmez, dokunulmaz özelliklere sahip ki, modern demokrasilere dönüp bakamıyoruz.
Bakıp da demokrasinin katılım, değişim, çok aktörlülük, gençlere yer açma, ortak akıl gibi güzelliklerle yürüdüğünü göremiyoruz...
Her gurubun, kesimin, etnik unsurun özerklik peşinde koşması, sonra onların da ayrışması... atomizasyon ve doğa durumuna dönüş...
Umarım birlikte, çoğulcu demokrasiyle, hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı ile özgür bireyler olarak yaşamayı başarabiliriz...
Per aspera ad astra!