23 Eylül 2012 Pazar

Türkiye'de Demokrasi Nereye? "Yurttaşsız" Demokrasi mi?


İlim ilim bilmektir;
İlim kendin bilmektir;
Sen kendin bilmezsen
Bu nice okumaktır?
Yunus Emre

 Türk edebiyat ve düşünce dünyasının önemli ismi Alev Alatlı’nın bir yazısında belirttiği “Parmağıma değil, işaret ettiğine bakın!” ifadesi, algılananla gerçeğin farkını ortaya koyan önemli bir anımsatma… Algılanan her şey gerçek değildir. Gerçek, görünenden her zaman farklıdır ve ne yazık ki genellikle üzeri örtülmektedir. İnsanlık tarihinde gerçeklere dikkat çekmek yeryüzünün en erdemli çabası olmuştur. Bu çalışmada, yapılmak istenen de budur… Özellikle yerel siyasetin kimler tarafından nasıl, hangi amaçlarla ve kimler için “dizayn” edildiğine dikkat çekme amaçlanmaktadır. Çünkü, ne yazık ki ideolojisi ne olursa olsun yerel ve genel siyasette önemli konumlarda bulunan siyasetçi ve bürokratların çoğunluğu görünüşte demokrat, halkçı, sosyal adaletçi/belediyeci, ilkeli ve her türlü erdemle donanmış bir fotoğraf sunarken; davranışlarda, eylemde ya da daha yaygın deyimle uygulamada bu görüntüleri tamamen sıfırlayan bir performans göstermektedirler. Eskiden “yolsuzluklar, kayırmalar, partizanlıklar, çetecilik vs.” oldukça yaygın bir durumdu… Bu durumlar ortaya çıktıkça, öyle ya da böyle kamuoyunda ve ilgili kurumlarda birtakım sınırlı ama açık tepkiler gösterilebiliyordu. Günümüzde ise ne yazık ki, “Kardeşim adam yiyor, yediriyor, kamu vicdanına göre yanlış işler de yapıyor, ama çalışıyor. Bak şehri nasıl kalkındırdı… Şehir O’nun sayesinde çağ atladı” söylemleri yaygın ve genel kabul görmüş durumda… Hatta geçen gün bir amcaya rastladım. Şöyle diyordu: “…Büyükşehir başkanından Allah razı olsun, çok güzel hırsızlık yapıyor” Ben de şaşkınlıkla, “Hem hırsızlık yapıyor, hem Allah razı olsun diyorsunuz bu nasıl oluyor?” dedim. Amcamız aynen o meşhur karşılığı verdi: “Daha öncekiler hem çalıyordu, hem de iş yapmıyordu. Bu iyi çalıyor, ama iyi de çalışıyor. Tabii ki Allah razı olsun!” Eh buna ne denir? “Pes!” denir. Bir ülkede vatandaş bu şekilde düşünüyorsa akşam sabah ağlamak gerek herhalde…
Özellikle demokratik manipülasyonlar ve kamuflajlarla örülen bu mikro yönetsel yapılara; biraz da “herkes kendi saltanatını kurmuş” anlamında “diktatorya” kavramının yakışacağını düşünüyorum… Yerel siyaset hukuksal açıdan gittikçe daha fazla demokratik bir zemine kavuşurken; uygulamalar bu “zemini” kaydırmakta ve “minik diktatorya”lar oluşturulmaktadır. Demokratik görünümlü bu minik diktatoryalarda, “yurttaşsız” bir demokrasi mevcuttur… Öyle ki, bu süreçlerde merkezi yönetim, yargı, sivil toplum ve az çok duyarlılığı olan kamuoyu oldukça çaresiz kalmakta ve özgün deyimiyle “öğrenilmiş çaresizliği” oynamaktadırlar… Hukuk uygulanmadığı sürece, adalet yalnızca söylemde kaldıkça, yurttaş bir “demokratik figüran” olarak algılandıkça; rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu’nun  o güzel vurgusuyla “atanmış sultanlar ve seçilmiş padişahlar”ın olduğu minik minik “diktatoryalar” oluşmaktadır… Rahmetli Yazıcıoğlu bu durumu Hükümet “Konağı”, Adliye “Sarayı”, Emniyet “Sarayı”, Belediye “Sarayı” gibi örneklerle anlatıyor ve “demek ki saltanat özentisi içinde olanların sayısı oldukça fazla” sonucuna ulaşıyordu. Bütün etkili ve yetkililer “görev yaptıkları kamu kurumlarına” saray veya konak adını veriyorsa daha ne denebilir ki? Başkent Ankara’yı bile bir kenara bırakırsak, illerimizde ve ilçelerimizdeki saraylar ve o saraylarda oturan sultanlar, onların “konakları”, etraflarındaki “hizmetkârları” ve birden fazla “saltanat arabaları” bize hangi demokrasiyi anlatıyor acaba? Birazcık internette dolaşırsanız bazı valiler ve belediye başkanlarının “cipleri” ve “makam araçları”nın bazı dönemlerde ülke gündeminin en önemli konuları haline geldiğini görebilirsiniz. Elbette silahlı kuvvetlerde her rütbedeki “paşa”ların imtiyaz ve olanakları bilgimiz dışında… Çünkü, kurumsal kapalılık oldukça fazla… Bakanlıklar, bağlı kuruluşlar, “üst” kurullar, “kalkınma”nın ajansları… Say say bitmez… Elbette bu kurum ve kuruluşlar ve onların temsilcileri çok önemli katma değerler üretiyorlar… Ancak, üretirken yaptıkları savurganlıkları, “kamu malına ve bütçesine karşı” takındıkları tavırlar ne kadar hukuka, evrensel insani standartlara ve kamu vicdanına uygundur? İşte tartışmalı olan budur… Bunlar dayanaksız söylemler diye düşünmeyiniz lütfen… Bir üst kurulun üyelerinin Ankara ve İstanbul’daki konutlarına (duble konut, duble kira… ne saltanat ama?) ödenen kiralar ve diğer harcamaların “dudak uçuklatan” (en az 3000 dolar) cinsten olduğu ile ilgili haberler internet sayfalarında hala haber olarak okunabiliyor… Bunların denetimini vatandaş yapabiliyor mu? Hayır!...
Bu durum demokrasi kuramları ve demokrasinin doğası bakımından bize ne anlatıyor? Siyasal bazı “ayrımcı” ve “bölücü” söylemleri de katarsanız, her “yetki bölgesi” birer saltanata ya da herkesin “kendi cumhuriyetine” ayrılmış olmuyor mu? Hatta, başka bazı süreçlerle neredeyse “doğa durumuna” dönüş veya toplumsalın bölünmesi ve “atomizasyon” durumlarıyla karşı karşıya bulunduğumuzu söyleyebiliriz… “Benim siyasetçim cici, seninki böcü” yaklaşımının hiçbir geçerliliği yoktur. Ne yazık ki, yerel uygulamalar (ihaleler, kentsel dönüşümler, rantiyeler ve şantiyeler) göstermektedir ki kimsenin siyasetçisi “masum” değildir…
Türkiye’de siyaset iflas bayrağını çekmek üzeredir. Ülkenin en önemli sorunu olan terör 30 yıldır kangren haline gelmiştir ve hala başta siyaset kurumu olmak üzere bütün kurumlar ninni söylemektedir. Türkiye’nin geleceğini ve bütün sistemi etkileyen yasalar ve düzenlemeler “tek aktör” temelli bir siyasetle kurgulanmaktadır ve çok riskli adımlar atılmaktadır. Türkiye’nin asıl sorunlara odaklanması için bu sorunlu siyaset anlayışının değişmesi gerekir. 21. Yüzyıl dünyasında “izleyici yurttaş”a yer olmamalıdır. Kamu ihale kurumunda ortaya çıkan 1 milyar TL'lik yolsuzluk ne oldu acaba hatırlayanınız var mı?
Mevcut yerel ve genel demokraside “yurttaş” yoktur. Yalnızca nüfuz, rantiye ve şantiye grupları vardır. Bakmayın bütün siyasi partilerin bir takım kutsal, evrensel ve ulusal değerleri kullandıklarına… Türkiye’nin siyasette yeni bir söyleme ve kadroya gereksinimi vardır. Mevcut siyasi partiler ve kadroları tıkanmıştır. AB normları ve gerçek demokrasi istiyorsak beş yılda bir yurttaşın hatırlandığı, onun dışında herkesin kendi saltanatını yüceltmek için çalıştığı bir demokrasiye razı olmamamız gerekmektedir.
 
Demokratik sistemler, halka her daim hesap vermek üzere vardırlar!
 



(M. Akif Çukurçayır, YURTTAŞSIZ DEMOKRASİ, Çizgi Kitabevi, Konya)


per aspera ad astra!