Memleketim, güzel Türkiyem...
Dünyanın en şahane coğrafyası...
Sayısız uygarlığın yükseldiği, kesiştiği, etkilendiği ve dünyaya
yayıldığı coğrafya...
Dünyanın gözleri hep bu coğrafyanın üzerinde oldu ve hala da
öyle...
Milattan öncesiyle ve sonrasıyla...
Türklerden önce ve sonra...
Önce bütün uygarlıklarıyla Anadolu, sonra Selçuklu, Osmanlı ve
nihayet Türkiye Cumhuriyeti...
***
Türkiye
ve Dünya
1923-2013...
90 yıl...
Önce ayakta kalma mücadelesi...
Cumhuriyet’in, savaşın yılgınlıklarından kurtulma ve “yeni
dünya”da var olma kavgası...
Gelenekle değişimin kavgası...
Dünyada I. Dünya Savaşı’nın ve ekonomik bunalımların getirdiği
kaos...
Ardından II. Dünya Savaşı ve milyonlarca insanın ideolojik
sapkınlıklar uğruna kaybı...
İnsanlığın “demokrasiyi” yeniden keşfi...
Her türlü zulmün önüne demokrasi ve insan hakları ile geçileceğine
olan kesin inancın doğuşu...
Dünyanın iki ana cepheye bölünmesi...
Bir tarafta despotluklar, diğer tarafta demokrasiler...
Giderek güçlenen “temsili” demokrasi ve ardından “katılımcı”
demokrasi...
Derken, Batılı demokrasilerin Sovyetlerin öncülüğündeki despotlukları
yıkması...
Bloklar, duvarlar, zincirler paramparça... yerle bir, bütün
sistemli zulüm imparatorlukları...
Demirperde bitti...
The END...
Yeniden
Türkiyem...
Dünya bir büyük gemi gibi zaman denen okyanusta bu büyük
savruluşlarla rotasını bulmaya çalışırken, Türkiyem...
Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrasında rotasını tamamen Batıya,
demokrasilere ve elbette ve özetle “insani” rejimlere çevirdi...
İnsanın ve insan haklarının öncelendiği, yüceltildiği, hukuk koruması
altına alındığı rejimlere...
CHP tek siyasal aktör iken DP ikinci ve güçlü bir siyasal aktör
olarak çıktı sahneye...
14 Mayıs 1950...
DP’nin iktidarı devraldığı ve önemli dönüşümlerin, gelişimlerin ve
değişimlerin yaşandığı bir dönem...
Trajediyle biten bir dönem...
Demokrasinin, önemli kurum ve kuruluşlarca
hazmedilemediği, anlaşılamadığı bir dönemin acı ve utanç verici sonu...
O utancın “bayram” olarak kutlandığı yaklaşık 20 yıl...
Sonra, sağ-sol, Türk-Kürt, Alevi-Sünni eksenlerinde “üretilmiş”
kavgaların sahneye çıkışı...
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997...
Muhtıra, darbe, post-modern darbe... Senaryolar ve söylentiler
bitmiyor...
***
Geçti,
gidiyor hayatımız...
Çocuktuk, büyüdük, yaşlanıyoruz...
Ama, bu canım coğrafyada “darbe, plan, kafes, balyoz, kaos,
kargaşa, senin yargın benim yargım”
gündemleri bitmiyor...
Demokrasimizin, hukuk çerçevesinde bütün sorunlarımızı çözebileceğine
bir türlü inanamadık...
Bu inançsızlıkla da, birlikte yaşamanın güzelliklerine ve erdemlerine
kapılarımızı kapatıyoruz...
Oysa bu coğrafyada “her türlü farklılıklarla bir arada yaşama”
modelini yüzlerce yıl başarmışız...
Nedense, “erdemler” çıkar kavgalarının “erdemsiz” kılıfları haline
gelmiş...
Demokrasi, nedense bu coğrafyada bir türlü rayına oturamıyor...
Yollar dönüp dolaşıp “yönetemeyen demokrasinin” ve “kaotik
Türkiye’nin” kapısına varıyor...
Bu kapının arkasında üretilenler, toplumu çok yordu ve hala da
yoruyor...
Bizim
de Almanya, İngiltere, Fransa veya ABD gibi bir demokrasimiz olacak mı acaba?
Kaybetmenin
kazanmak kadar olağan olduğu bir Türkiye...
İktidarın
muhalefet, muhalefetin iktidar olabildiği bir Türkiye...
Her
kurum ve kuruluşun “yalnızca” kendine verilen görevleri yaptığı ve kendi görev alanının
dışına çıkmadığı bir Türkiye...
Etnisitenin, dinin, tarihin, sembol kişilerin ve geleneklerin
ayrılıkçı-yıkıcı sapkınlıklara “alet
edilmediği”; bu tür niteliklerin demokrasinin güçlendirilmesi için bir
zenginlik olarak görüldüğü bir Türkiye...
Herkesin ve her şeyin olduğu gibi kabul edildiği... Dayatmaların
olmadığı bir Türkiye...
Evet... Geldik gidiyoruz...
Ama kavgalardan, hırçınlıklardan, planlardan, darbelerden,
programlardan, “ölçüsüz” kavgalardan çok sıkıldık
artık...
Demokrasi,
yaşam kalitesi ve insan onuruna yakışır bir yaşam istemeliyiz, bütün Türkiye
için...
İsteyelim
ki, gelecekten biraz olsun umutlanalım...
Kısacası, ölüm ve kaos
yerine “hayatı” ve “kaliteyi” alkışlamak istiyorum...
Per aspera ad astra!